Her şey yeniden eski düzenine oturana kadar bu ilk zamanlar zor ve zor olmaya devam edecek biliyorum ama bu sürecin üstesinden hakkıyla gelmek en başından beri en istediğim. O yüzden evet; ev işlerinde iyi değilim, kendime hiç zaman ayıramıyorum, çok yorgunum ve uzun bir süre de hiç dinlenemeyeceğim ama her şey bittiğinde kendime dönüp, kocaman bir helal olsun diyeceğim. Ankara’dan bir bavulla çıkıp, istanbul’dan 60 m3’e yüklediğim cesaretimi yıllar sonra karşıma alıp, ona kocaman bir helal olsun diyeceğim!
Son yazının tanıdık tanımadık bir çok kişiyi ağlatmasının ardından, yeni yazıda haftanın ilk günü Pazartesi sendromu yaşayan yüreklere su serpeyim ve tam zamanlı anneliğimin sendromunu sizlerle paylaşayım istedim.
Yılbaşına yakındı, 12 senedir durmak bilmeksizin yaptığım beyaz yakalılığa bir son verdim. Ankara’da okurken ve hatta büyürken hayalini kurduğum bir çok şeyi gerçekleştirebilmiş, hedeflerimin çoğuna ulaşabilmiş halde iş hayatımın ‘beyaz yakalı’ kısmına ‘bitti’ diyebildim. Oysa öyle kolay kolay bitti diyebilen biri de değildim. İşin aslını sorarsanız bitti diyebilen yine ben değildim ama bitti dememe haftalar kala şirketin değişen yönetimi benim yerime bana bitti deyince, kendilerini hiç ikiletmedim:) Elimde Fener’e son dakikada attığımız golle kazandığımız maçlardaki gibi büyük bir keyifle anlattığım bir hikaye kaldı bu bitti deyişle ve ben de bu sayede erdim erken emekliliğime.
Bu arada hedeflerim, hayallerim derken yanlış anlaşılmasın. Hiçbir zaman büyük hedefler ya da ulaşılmaz hayaller peşinde, bir gün CEO olacağım diyenlerden olmadım. Sadece dört bir yanı baba, ağabey gibi ataerkil destek kalkanları ve koruma kollama mekanizmalarıyla çevrili Ankara hayatımdan sonra kendi başıma bir şey yapabilme mutluluğunu ilk kez 21 yaşında tadıp, bunun üzerine de kendi başıma bir kariyer inşa edebilince zaten olmak istediğimi olmuştum. Peki ne yaptın da bunca mutlu oldun derseniz…Aileden gördüğüm üzere bankacı olmak isterken oldum, bankacı olunca pazarlamacı olmak istediğime ayıp o alana kaydım ve en nihayetinde de ‘ama deneyimin yok’ denilen medya alanına çok da birbirimize uyan bir ihtiyaç anında geçip, buraya gelmeden de en çalışmak istediğim medya ajansından bir telefon almanın mutluluğunu yaşadım ve bu defteri kapattım.
Eğer İstanbul’da kalsaydık ve ben yılbaşından Kanada’ya taşındığımız Mart başına kadar geçen sürede yaşadığım hayatı yaşamaya devam edebilseydim, şimdi size tam zamanlı ev kadınlığı üzerine meslek tanımıyorum der ve Pazartesi sendromunuza tuz biber ekerdim. Lakin edemedim:) O güzelim hayatı terkedip Kanada’ya yerleştim.
Artık yeni ofisim evim ve yeni varoluş sebebim de tam zamanlı anneliğim. Oysa kendimi bildim bileli içinde ev geçen konularda hiç iyi değilim.
Bir kere ömrümün büyük büyük bir çoğunluğunu diyet yaparak, diyet yapmadan geçirdiğim diğer kısmını ise ya Burger King ya da su böreği yiyerek geçirdim. Dolayısıyla ev yemeği mevzusu benim alanım değil. Tarifsiz hiçbir şey yapamam, tarif verirken ‘göz kararı’ gibi cümleler kullananları oracıkta öldürebilirim. Gözümün bir kararı olsa niye sorayım? Çerkes genlerim, çok güzel yemek yapabilen bir anne ve şef bir kuzen gibi ailevi getirilerime rağmen ben bu konuda bir hiçim. Bu hiçlik de aslında umurum değil ama işte tam zamanlı annelik sözleşmelerinin ön koşulu bu yemek mevzu olduğundan, yapmazsam işe devam edemeyeceğim.
Dışarıdan Montreal’e taşındım ve hayat koşullarım iyileşti gibi durabilirim ama yemek konusunda İstanbul’daki koşullarımın oldukça gerisindeyim. Bir kere yemekleri ben yaptığım ve ilk kez yaptığım için ortaya ne çıkacağı konusunda her gün kaygılı bir bekleyiş içindeyim. Evdeki 1 yaşındaki bu ara ne bulsa -hatta beni bulsa beni- yiyecek durumda olduğundan O’nu her halükarda idare edebilirim de ya eşimi? Çocukken annem hiçbir işin ucundan tutmayışıma kızıp ‘hizmetçin yok, biraz öğren’ dediğinde, ‘ileride bir hizmetçi tutacağım’ diyen dilimi buradan yakalayıp kesesim geliyor şimdi şimdi. Yeni mesleğimin ‘yemek’ alanında en büyük takdiri ‘eline sağlık’ olsa da ben bu aralar akşamları bir ‘tuzu eksik ama güzel olmuş’ ya da ‘buna havuç katılmıyordu ama neyse lezzetli’ duyabilmek için büyük emek sarfetmekteyim. Üstelik iyi niyetime rağmen oldukça da beceriksizim. Mesela ertesi gün nohut pişireyim bari diye su ile yeterli olacağını düşündüğüm miktarda nohutu bir kapta bir araya getirip, uykuya dalıp, ertesi sabah bit kadar kaseye bin tane nohutu tıkıştırdığımdan suyunu hemen çeken nohutların şişemediğini, taş gibi oracıkta kalıverdiklerini farketmenin utancı içindeyim. Şişemeyen nohutların pişememesi gibi, pişen karnıbahara tuz eklenmemesi, hatalardan öğrenilmeyip tuz denen baharatın yine yalancı mantıya ya da ıspanağa da dahil edilmemesi…Performans değerlendirmemde yüzüme vurulacak bunların hepsi:)
Oysa İstanbul’da böyle miydi? Bir kere Atlas’ın bakıcısı Türkan Hanım’ın yemek yapmak hobisiydi. Alakasız bir diyaloğun herhangi bir saniyesinde içinde yemek geçen br cümle kurduğunuzda Türkan Hanım lafı oradan alıp size anında 3 farklı yemek tarifi verebilir, üşenmeyip içlerinden birini ertesi güne hazır edebilirdi. Türkan Hanım’dan önce de başımız kel değildi. Arzu’ydu, gece 10’da arasanız ‘gelirim’ diyen Eray’dı, annemdi derken evimizde ev yemeği ben yapmadığım halde her daim birkaç çeşitle hazır olur, bize sadece o yemekleri afiyetle yemesi düşerdi. Şimdiyse malum…
Yemek işini anladık çamaşırda ne alemdesin derseniz. Yıkanıp yeni gözdem kurutucuya atılan canım Massimo Dutti gömlekler kurutucudan bir beden küçülüp çıkmış olabilirler belki:) Yenisini alır, kargolarım diyen için renk/beden bilgileri whatsappımda hazır, gönder diyene bir tuşla iletebilirim. Maçaşır yıkama konusunda yemek yapmak kadar deneyimsiz de değilim aslında ama nedense elimden gelmeyen her türlü ev işini iyi niyetle icra etsem de, hiçbirinin hüsranla neticelenmesinin önüne geçebilmiş değilim.
Tam bu noktada annemi yine özledim. Bu yurtdşında tam zamanlı annelik mesleğinin insan bünyesindeki etkisi: by default anneyi özleme hali.
Temizliğe sıra geldiyse, önce ‘yurtdışında camlar kirlenmiyor, zaten göreceksin oralarda toz olmuyor’ gibi cümleler sarfedenlerinizi bir adım öne alayım, öpeceğim! Her şey bir yana, temizlikte on numarayım gibi bir şey diyemeyeceğim. Değilim! Zaten evde günde 3 öğün tabağını başından aşağı geçirerek yemek yediğini düşünen bir bebeğin annesiyim. O bunu yaptıkça pek sevgili psikoloğumun öğütlediği gibi ‘görmezden gelip’ kuş mu o diye tavana gözlerimi dikmekteyim. Yoğurdunu kaşıkla ağzına götürdüğümde ham yaptığı günlerin kıymetini bilememişim. Dolayısıyla ben sildikçe o döktüğü sürece, azimle silsem de yine son döken O olduğu sürece bir de Amazon kredi kartlarımızı kabul etmeyip bize süpürge göndermemeye devam ettiği sürece yok, temiziz de diyemeyeceğim.
Yarın sabah uyandığınızda saatin 7 olduğunu, gece 2-3 saatte bir uyanıp bebeğinizi emzirdiğinizi, 7’de uyandığınızda artık yürümeye başlayan bebeğinizin altını o önde siz arkada pipi meydanda koşarken değiştirmeye çalıştığınızı hayal edin. Tüm bunları uyanıp da gerinmeye başlamadan yapın ki daha gerçekçi empati kurabilesiniz. Sonra hayallerinize mama sandalyesine oturmak istemeyen, koltuklarla etrafını çevrelediğiniz oyun parkının bulduğu ufacık bir boşluğundan fıyarak parmağını gördüğü ilk prize sokmaya çalışan bebeğinizi kucağınızdan indirmeden yumurta kırıp omlet yaptığınızı düşünerek devam edin. Bu arada siz kahvaltı etmeyin, pijamaları da bir değiştirmeyin bakalım 2 gün üzerinizde kalabiliyorlar mı? Duşu da kadere emanet edin, kısmetse alırsınız değilse hayırlısı olmadığı içindir. Ama yine de yemeğinizi pişirin ki kokusu pijamalarla birlikte yatağa da sinsin. Böylece ertesi gün bir de nevresim değiştirme ayrıcalığını yaşayabilesiniz. Elleriniz mi kurudu, tırnaklarınız mı kırıldı? Dert etmeyin; onları sevin. Sevin çünkü uzun bir süre manikür yüzü göremeyeceksiniz. Yüzünü göremeyeceğiniz bir sürü başka şeyle birlikte manikürün de üzerini çizin. Bu arada bebek uyuduysa kalkın hemen köftesini yoğurun, tavuk suyuna pirinç pilavını hazır edin. Sabah yapamadığınız kahvaltınız artık bittiyse, bulaşıkları toparlayın. Hemen de uyanıyor bu vicdansızlar, alın biraz açık havaya çıkarın, gezdirin. Karda yürüyemezken, pusetle ne yapmaya çalıştığınızı sorgulamaya fazla takılmayın, uzun süre isteseniz yapamayacağınız dağ tırmanışı önünüze geldi, tadını çıkarın. Sokaklar malum eksi 5-10 derece, çocuğu üşütmeyin, eve dönüp akşam yemeğini hazır edin. Yemek bittiyse banyosunu ettirin…Ayakları uzatın da dinlenin kısmını saat 20:30 gibi bir deneyin:) Ben henüz deneyemedim, iyi geliyorsa bana haber edin:)
Kanada’ya yerleştiğimizde yukarıdaki paragrafın an ve an başıma geleceğini bakıcı teyzemiz Türkan Hanım’ın bir gününü gözlemleyerek gayet net anlayabildiğimden, İstanbul’daki son iki ayımda kendime çok sağlam kıyak çektim. Bir PT ile anlaşıp -ki beni iki beden incelttiği için kendisine müteşekkirim- haftada 3 bazen 4 antreman yaptım. Diyetisyenim Canan Hanım’la haftada iki bir araya gelip kendimi zayıflattım. Atlas’ı bakıcı teyzesi ve anneannesine emanet edip, sinemaydı sergiydi ne varsa dolaştım. Alışverişe çıktım, yürüyüşe çıktım, arkadaşlarımla yemeğe çıktım, eşimle akşam yemeklerine çıktım. Bir spa merkezinden paket satın aldım, defter yapım atölyesine katıldım. Canım istedi uyudum, canım istedi uyandım. En basit bir yemeğe mi gidilecek, gittim saçımı makyajımı yaptırdım. En işsiz olduğum dönemde sadece daha iyi googlelayayım diye en iyi bilgisayarı aldım. Dokunanım yoktu, okudum, yazdım.
Yarın sabah uyandığımda saat 8’de kapıyı açıp içeri girecek bir bakıcı teyzemiz yok artık. Yemeğe yardım edecek bir Eray, temizliği üstlenecek bir Nursel, saçımı boyayıp ‘bak çok güzel olacak’ diyecek bir Hasan, batan tırnağımın pedikürünü yapacak bir Nilgün Abla, ojemi yenileyecek bir Şefika, saat farkından dertlerimi keyiflerimi dinleyecek bir Ayça, hadi 15’erden 3 set diyecek bir Hatice Hoca, hadi gelin tartılalım diyecek bir Canan Hanım, arabanızı getiriyorum Pınar Hanım diyecek bir Ayhan Bey…Belirsiz süreliğine çıktılar hayatımdan. İmdat desem sesimi duyacak kimseler de pek yok buralarda. Yangın alarmıyla uyandığımız bir sabah imdat demeye ancak her şey olup bittiğinde Facebook’tan fırsat bulabildiğimde ya da bir gece hastaneye gitmemiz gerekipte sadece 811’den konuştuğumuz hemşirenin yönlendirmeleriyle yetinmemiz gerektiğini gördüğümüzde hep yalnızız işte. Geçenlerde anne yarım kuzenlerimden biri sordu, ne yaptın Pınarcığım, yorgunluğunu atabildin mi biraz diye. Nereye atayım dedim, nereye?
Söyleniyorum ya da yakınıyorum gibi anlaşılsın istemiyorum. İşin şaka kısmı tamamen bir yana, tam zamanlı anneliğin hele ki yurtdışında ve işin en başındaki birkaç haftasında hafife alınacak bir tarafı yok, bu doğru anlaşılsın istiyorum sadece. Güzel bir tarafı da var, yaşamaktan çok mutlu olduğum. Ebeveynliğin zirvelerinde dolaşıyoruz artık Sercan da ben de. 1 yaşında bir bebeğin bütünüyle değişen dünyasını O’nun için halen güzel ve keyifli kılabilmenin ve sabah gözünü açtığı andan gece uykuya dalacağı ana kadar huzurla, mutlu zaman geçirebilmesinin yegane sorumluları biziz. Biz de artık daha bir biziz. Bir tek birbirimize emanetiz.
Bu belirsiz süreli hayatımızdan çıkan konforlar bir gün geri gelecek biliyorum. Bir gün yeniden kalabalıklara karışacağız; yeni eş, dost edineceğiz. Ne bileyim zaman geçmiş olacak ve sağlık sistemine dahil olmuş olacağız, yeniden bir evimiz olacak (şu an bir gardropum bile yok-bavula yerleşik düzenime devam etmekteyim) ve ayaklarımızı kendi alışık olduğumuz puflarımıza uzatıp akşamları yeniden House of Cards izleyeceğiz. Her şey yeniden eski düzenine oturana kadar bu ilk zamanlar zor ve zor olmaya devam edecek biliyorum ama bu sürecin üstesinden hakkıyla gelmek en başından beri en istediğim. O yüzden evet; ev işlerinde iyi değilim, kendime hiç zaman ayıramıyorum, çok yorgunum ve uzun bir süre de hiç dinlenemeyeceğim ama her şey bittiğinde kendime dönüp, kocaman bir helal olsun diyeceğim. Ankara’dan bir bavulla çıkıp, istanbul’dan 60 m3’e yüklediğim cesaretimi yıllar sonra karşıma alıp, ona kocaman bir helal olsun diyeceğim!
İyi haftalar olsun…
Pino