Pinobenidegotur

BİR TEK DİLEĞİM VAR, KAR YAĞSIN YETER

· Geride kalan dokuzuncu ayın ardından, asayiş berkemal ·

December 8, 2017 Comments Off on BİR TEK DİLEĞİM VAR, KAR YAĞSIN YETER

‘Kar Seven Ankaralılar Derneği’ fahri başkanlığımın bu seneyi hüsranla kapayamayacağı, kış sezonunun en garanti olduğu ülkeden bildiriyorum: Özledim diye ağlarsam taş olurum. O yüzden, ‘bir tek dileğim var, kar yağsın yeter!’ diyor ve söze giriyorum...

Kanada’ya gelişimizin ardından dokuz koca ay geçti…Geçmiş daha doğrusu…Eskiden olsa günleri saymaktan, sayacak zaman bulacak bollukta yaşamaktan daha farkında ola ola ve özleye özleye geçerdi bu ay…Bir an önce ayın 7’si gelse de biten ayla birlikte şu göçmenlik serüveninde neleri daha geride bıraktık, nerelerde rahatladık, nerelerde bocaladık bir muhasebesini yapalım ve bir nebze ilerleyebildiysek eğer sevinip, kutlayalım diye can atardım… Bu ay ise çok şükür, farkında olmadan geçecek kadar hızla ve yoğunlukla geçmiş. O zaman bu ayın mükafatı da bu olsa gerek: Zamanın artık gerçekten göz açıp kapayana kadar geçmesi ve yoğunluklarda ayrılıklar sürece uzasa dahi nihayet özlemlerin dinmesi.

Yazın sonlarıydı galiba, ‘Hayatımda hiç yan gelip yattığım bir dönem olmadı, şimdi keyfimin sefasını süreceğim’’ diye bir yazı yazmıştım. O yazının üzerinden çok geçmemişti ki, ‘burada bir işlere mi girişsek’ diye konuşa konuşa kısmetse bu ay sonuna açılacak bir şirketin tohumlarını attık. Benim kendimle övünmek ya da yaptığım sıradan şeyleri göze sokup böbürlenmek gibi huylarım yoktur. Dolayısıyla içimden geçenleri de bu amaçla anlatmıyorum. Sadece ama sadece, küçük bir çocukken, Ankara Tirebolu Sokak’tan bir üst caddeye dahi çıkabilmek için ağabeyinin yanında olması gereken, her atacağı adımda babasının elinden tutması beklenen, pamuklara sarılıp sarmalanmış, korunaklı fanuslarda kollana kollana yaşamaya alışmış bir ‘bir evin bir kızı’ Pınar’ın tohumları üzerine yeşerdiğimden…Hayatta en değer verdiklerinden babasının, onun korunaklı dünyasından firar edişine ağır bir gönül koyma ve yeri geldiğinde küslükle yanıt verdiği bir hikayeden geldiğimden…Çok sevdiğim o canım adamı ‘ben bir bireyim, bırak da kendi bildiğimi edeyim’ diye diye, önden önden yaşlandırdığım ama kendi ayaklarım üzerinde durmaya çalışmaktan vazgeçmediğim bir yolun sonunda bir gün; ‘oldu o zaman’, ‘ben bu adamı çok sevdim, o kadar da okuyup çalışıp didinmiştim ama n’aparsın işte, kısmetim expat eşliğiymiş’ deyip tüm yol mol her şeyi talan ettiğimden…Bundan hayatımdaki kimse değilken, bir ben rahatsız hissettiğimden! Çok arada kaldığımdan! Oh! Derin bir oh çekip şimdi, expat eşliği titleımdan kurtuluyorum…’Annen ne iş yapar evladım?’ sorusunun çok saygı duysam da henüz o mertebeye erişmek için yaşımı beklemem gerektiğine inandığım ‘Ev Hanımı öretmenim!’’ cevabından yırtıyorum…

Dolayısıyla da diyeceğim, bu dokunzuncu ay ben gözümü açıp kapayana kadar; kimi ne kadar özlediğimi, hangi gün ne kadar zorlandığımı, neyi canımın çektiğini, o an nerede olmak istediğimi, neye ne çok ihtiyaç duyduğumu düşünemeden geçip gitmiş. Üstelik tanışıklığın ve sevgililiğin, eh haliyle evliliğin yıldönümleri konusunda kısır bir ilişkinin saymaya can atılan ay dönümlerinden birini de şu an aklıma getirmiş. Bir de bakmışım ömürlük sevgiliyle evliliğin 33. ay dönümünde erkenden yatan ev ahalisinden geriye bir ben kalmışım. Ne bir kutlama yemeği yenmiş, ne iki kadeh tokuşturulmuş, ne üste başa dikkat edilmiş. Anlayacağınız göçmenliğimiz de, anne babalığımız da, evliliğimiz de akışında oluru neyse o yöne gitmiş.

Bazı günler oturup ilk zamanları düşünüyorum. İnsanın aklına yer eden anlar oluyormuş demek. Mesela günlerden bir gün  Atlas’ı yatağına koymuşum, en yakın arkadaşımın eşinden o an bir mesaj gelmiş, ‘geçen gün seni çok özlemişti, çok duygulanıyor bilesin’ demiş; ben ağlamışım, Atlas huzursuzlanmış, kendimi çok ama çok muhtaç hissetmişim ve o an beynime kazınmış. Günlerden başka bir gün, artık Atlas’la nasıl baş edeceğimi şaşırdığım bir an, o zamanlar oturduğumuz evin yerlere kadar uzan camlarından birinin önüne çöküp, önümüzdeki parkta karların arasında zıplaya zıplaya koşturan köpeklere isimler takıp, yoldan gelip geçenleri izleyip, hikayeler uydurmuşuz. O yoldan gelip geçenler akşamın 4’ünde işlerinden evlerine dönerken bizim baba insanımız ise Türkiye’deki usül mesaiye kalarak çalıştığı için, hepsini birer birer kıskanmış, eve gelemeyen, bize bir ses soluk veremeyen, zaten ondan başka hayatımızda ses soluk da olmayan babaya içerleyip ağlamışım, Atlas huzursuzlanmış, kendimi çok ama çok dışlanmış hissetmişim ve o an beynime kazınmış. Günlerden yine bir gün, hastalanmışım; aylardır korkulan şey tam da buraya gelişimizin ilk haftasının sonunda ve yine baba insanı evde yokken olmuş. Korkudan ödüm patlamış, ne yapacağımı şaşırmış halde Atlas’ı acıdan zor bezlemişim, parmağım davul gibi şişerken yüreğim de kabarmış, bir umut anneme ve anne yarılarına telefonda sığınmışım, yaslanacak bir omuz ararken ben ağlamışım, Atlas huzursuzlanmış, kendimi çok ama çok yalnız hissetmişim ve o an da beynime kazınmış. Sonra yine günlerden bir gün, geldikleri gibi gideceklerini bildiğim halde annemle babam bir akşam bizden çıkıp havalimanına, oradan da Ankara’ya gitmişler ve sanki mideme bir dinazor oturmuş. Allahtan o gün Atlas daha biraz beni anlayabilir yaşındaymış da, ona derdimi anlatmışım, ona ağlamışım, o ise bu defa huzursuzlanmak yerine bana vicdanlı vicdanlı bakmış, şimdi olsa eminim bir de ‘uf olmayayım’ diye öperdi ufaklığım, ama işte o an kendimi çok ama çok zavallı hissetmişim ve yine o an da beynime kazınmış.

Şimdilerde bir tek an yok ki, o ilk günleri düşünüp de içim sızlamasın. Ve çok şükür, dokuzuncu ayın sonunda şans eseri bugünün ayın 7’si olduğunu fark edip şu bilgisayarın başına geçtiğimde, biliyorum ki ne muhtaç, ne dışlanmış, ne yalnız ne de zavallıyım. Artık alıştım ama bu da sizi yanıltmasın. Demek istediğim; bu negatif hislere, acınası günlere, çaresizlik ya da hasretliğe değil, olumsuzluklara değil, aslında sadece buraya ve burada olmanın normalliğine, olağanlığına ve sadeliğine alıştım. Hatta güzelliğine…

Bir de bu yazdıklarım duvara, havaya değil de birilerinin hayatına dokunuyor ve yazdıkça paylaşıyoruz; birbirimizde ortak bir şeyler buluyoruz, yeri geliyor umut, yeri geliyor ışık ama hep iyi bir şeyler oluyoruz, biliyorum, yazıyorsunuz, okuyorum ve samimiyetle dediğim gibi, çok mutlu oluyorum…

Ez cümle diyeceğim birinci yıla yaklaşırken hayat bıraktığım yerdeki rutinine yaklaştı. Evet; İstanbul’daki konfor alanım, bol destekli, yardımcılı hayatım, hazır pişmiş en az üç çeşit yemekten biri mutlaka zeytinyağlımız gibi lükslerim yok belki ama kimsenin böyle lükslere sahip olmadan yaşadığı bir yeni dünyada, bunların dert edilmeyecek şeyler olduğuna aydığım bir zamandayım. Daha evleneli 3 yıl olmadan orta yerinden çatlamış yemek masamızı, onu yalnız bırakmamak için aile geleneği ‘tam destek’ peşi sıra kırılan sehpamızın ayağını tamir etmek için marangozluğa soyunacağımız bir hafta sonu yaklaşırken, ‘do it yourself’ kod adlı Kanada’da asayiş berkemal anlayacağınız.

Göçmen Anneler beni çocuklar gibi sevindiren çok enteresan yerlere ulaşıyor, hadi artık şu şirketi açalım dediğimiz ay sonu yaklaşıyor. Bacikom dediğim, çok sevdiğim bir arkadaşımın deyimiyle ‘gavurcanların’ tatil dönemi dedikleri yılın bence en keyifli, en renkli, en ışıl ışıl, en sevdiğim zamanı geliyor. Ayağımızı suya değdirmeden geçirdiğimiz ilk yazın ardından suya kavuşacağımız günler önümüzde. Hayatımda ilk kez bir çocuğun gözlerinin ‘noyel babba, gargan a’ddam’ diye parladığını görüyorum. ‘Kar Seven Ankaralılar Derneği’ fahri başkanlığımın bu seneyi hüsranla kapayamayacağı, kış sezonunun en garanti olduğu ülkeden bildiriyorum: Özledim diye ağlarsam taş olurum. O yüzden, ‘bir tek dileğim var, kar yağsın yeter!’ der, Montreal’den selam ederim 🙂

Hoşçakalın!

Pınarthepino

Expat wife, ex media strategist, recently a full time mom, chief travel-dreams officer, aspiring cyclist, rookie blogger, habitual writer, new Montrealer...

RELATED POSTS