Pinobenidegotur

KANATLARIM VAR RUHUMDA, 14 YILIN SONUNDA

· Geride kalan 14 yıllık çalışma hayatımın anısına...Kutlu olsun Pino'cuğum! ·

December 22, 2017 Comments Off on KANATLARIM VAR RUHUMDA, 14 YILIN SONUNDA

Ankara’dan, hayatımda en güvendiğim insanın kalbini derinden kırarak yola çıktığımda 21 yaşındaydım. Daha önce hiç tek başıma seyahate gitmemiş, İstanbul’a dahi tek başıma yolculuk etmemiştim. Çoğu yaşıtımın çoktan aldığı yolları çok sonraları almaya başlamış, ‘kozayı yırtma’ mücadelemi çok geç başlatabilmiştim. Hiçbir zaman büyük ünvanlar ya da statüler peşinde olmadım. Olmadım ama; bugün bir çocuk annesi, blog yazarı ve çok müteşekkir bir eşim. Kendi ayaklarım üzerinde her koşulda durabileceğimden, dünya yansa yeniden inşa edebileceğimden, ne yapıp ne edip her şeyin üstesinden tek başıma gelebileceğimden, en azından buna cesaret edebileceğimden adım gibi eminim! Kendi bloğumda keyifle anlatabileceğim bir öyküyü geride bıraktığım için ise mutluyum! Ondördüncü 22 Aralık yıldönümün kutlu olsun Pino’cuğum!

İstanbul aşığı ve çocuklarının üzerine çok düşen, hele kız evladı söz konusu olduğunda aşırı korumacı olabilen, geleneklerine bağlı bir babanın evladı olarak büyüdüm. Daha modern bir dünya görüşüne sahip Çerkes akrabalarının aksine, çocuk yaşta babasını kaybettikten sonra 30 yaşındaki annesi ile beş kız kardeşine hem ağabeylik hem babalık yapmış, Elazığ Maden’in çevresel koşulları ile Çerkesliğini harmanlamış ve neticede daha muhafazakar bir duruşu benimsemiş bir babanın evladı. Ailenin tek kız çocuğu olarak etrafımda hep erkek kuzenlerim ve ağabeyim varken, ‘kızlar’ ve ‘erkekler’ ayrımının bol bol dile getirildiği, ‘kız çocuğu olduğum için’ yapmam ve yapmamam gerekenler hakkında bilgilendirilip, uyarıldığım bir ailede. Sanırım çalışmaya başladığım ilk günün anısına yazacağım şu yazının benim için önemini açıklayabilecek en doğru noktadan konuya giriş yaptım. 22 Aralık 2014’te ben o Ankara’daki bir evin bir kızı, etrafı bol keseden koruma kalkanlarıyla çevrili Pınar’ı, hep bir destekle ayakta durulabileceğini öğrenmiş Pınar’ı aldım ve fanusunun dışına çıkarıp, İstanbul’da tek başına yaşayıp, çalışmaya gönderdim. O yüzden de 22 Aralık’ı hayatımın dönüm noktası diye özel bir yere yerleştirdim ve her sene 22 Aralık’ta kendime bir güzellik yapıp, ben olabilmeye başladığım günü kutladım.

Sonra karşıma o günü kutlayan bir adam da çıktı 🙂

Çocukluğum babamın öğrenciliğinin geçtiği İstanbul’a duyduğu aşk nedeniyle her sömestır tatilinde istanbul’u ziyaret ederek geçti. Kendimi bildim bileli Beşiktaş’ta babamın öğreciyken kaldığı, dışarıdan bakıldığında mazgallardan pencereleri zor görünen öğrenci evlerinin, o evlerde yenen yemeklerin, kaçırılan derslerin, zor yetişilen finallerin, hala İstanbul’da en sevdiğim mekanlardan olan Beşiktaş meydanındaki çay bahçesinin hikayelerini dinledim. Eh neticede de ben de kendi geleceğim ile ilgili daha gerçekçi hayaller kurabilecek yaşa geldiğimde olabilecek en güzel şehirde, İstanbul’da bir gün yaşamayı ve çalışmayı hayal ettim. Üniversitede okurken yarı zamanlı çalışıp, annem ve halamdan dolayı zaten sevdiğim bankacılığı daha da sevmeme sebep olan Citibank’ın İstanbul’daki bence en güzel ve benim şansıma bir insanın başına gelebilecek en güzel dostluklarını barındıran Levent Şube’sinden iş teklifi alınca, babamı arkamda kalbi kırık, hatta küs ve dahi öfkeli bir şekilde bırakıp İstanbul’a gittim. Liseden, üniversiteden beni tanıyan hiçbir arkadaşım bu gidişe şaşırmadı. Çocukluğumdan beri babamın bana olan düşkünlüğünü ve kafa yapısını bilen her arkadaşım ve akrabam ise babamın bu gidişe nasıl razı geldiğine, müsade ettiğine anlam veremeyip, uzun ama çok uzun yıllar babamı her görüşlerinde ondan bana olan sitemlerini ve duruma içerleyişini dinlediler.

Levent Şube (kalp) ben, 25. doğum günüm @ Sarıyer / Istanbul

Babamın beni vazgeçirme taktiklerinden ilki olarak işe başlayacağım günden sadece bir gün önce, gece yarısı İstanbul’a varacak şekilde Kamil Koç’tan bilet alıp, beni öpmeden otobüsle İstanbul’a gönderişi daha dün gibi. Bir önceki cümlede adı geçen Kamil Koç bile, aslında bir Ulusoy ya da Varan otobüsü olmayışı ile İstanbul’da başlayacak maceraya karşı duruşunun net göstergesi. Bir kız çocuğunun baba evinin dışında, başka bir şehirde tek başına yaşamaya ve çalışmaya başlaması devriminin bizim ailedeki zemini bu şekilde. O zeminin üzerine çıktığım 13 yıllık kat ise Montreal’e geliş ile inşaatı duraklatmış vaziyette. 13 yıl içinde Citibank’tan Nielsen’a, Kantar Media’dan Bpn’e bir bankacı olarak başlayıp; önce pazar araştırmacı nihayetinde de pazarlama iletişimci olarak devam ettiğim kariyerimde kırdığım potlar ise bugünün anlam ve önemine ithafen yazacağım şu yazının ana hikayeleri.

İstanbul’da çalışmaya başladığım ilk dönem…Ataşehir’de teyzemin evinde kalıyorum. Servis sözde bizim evin önünden geçip Levent’e kadar gidiyor ama işin aslında beni TEM otoyolu üzerindeki bir köprüden saat 06:30 gibi alıp, Anadolu Yakası turu yaptıktan sonra köprüde dur kalk trafiğine girip oradan da Zincirlikuyu’daki mezarlık ile Garanti Bankası binası arasındaki yolda beni atıyor. Teyzem, zavallım, Tem’e giden yolda devam eden inşaatlardan korkup, başıma bir şey gelmesin diye her gün sabahın körü benimle uyanıp yola düşüyor ve beni servise bindirdikten sonra çevredeki inşaatlardan kendi başına gelebileceklerle başbaşa kalıp, eve dönüyor. Bu inşaatlar, servis ve Tem otoyolu üçgenindeki serüvenimiz babamın İstanbul’da kalacağıma ikna olup bari bir ev tutalım diye beni ziyarete gelişi ile üç ayın sonunda kazasız belasız son buluyor ve çalıştığım şubenin saysak herhalde 50 adım ilerisindeki Petrol Sitesi’nden bir ev tutuyoruz. Hayatımın hamur işi yemekten yuvarlanarak işe gelip gitmeye başladığım, Pelit Pastanesi’nin mutfağını kendi evimin mutfağı sandığım dönemi de bu sayede başlamış oluyor. Bir dönem akraba gibi olduğumuz o Pelit şubesindeki çalışanların simaları hala gözümün önündedir. Evde ilk yalnız kaldığım gece ki çok pardon, babamın prensipleri gereği biz yıllar yılı kimseye yalnız yaşıyorum diyemedik, annemle 🙂 (evet o derece) annemle yalnız yaşadığımız evde teknik bir hata sonucu tek kaldığım ilk gece duvarda karşıma çıkan milyonda birim boyutundaki örümcek ve bu örümceği ortadan kaldırıp beni kurtarması için ağlaya zırlaya aradığım halamın Bostancı’dan kalkıp beni kurtarmaya geldiğinde kapıdaki yüz ifadesi de. Keşke yalnız bunlar için gülebilseydim kendime…

Citibank Levent Şubesi – 2005

Citibank’taki ilk iş günüm. Şimdilerdeki en yakın arkadaşlarımdan Ayça, yine şimdilerde çok seyahat ettiği için kıskandığım Erdinç ve şubedeki diğerleri hep birlikte bir şeyler anlatmaya, öğretmeye çalışıyorlar bana. Bende çılgın gibi gözlemdeyim. İnsan kaynaklarının sözleşmeyi imzaladığım görüşmede elime tutuşturduğu ‘kısaltmalar sözlüğü’ elimde, kulağıma çalınan onlarca yabancı kavram ve kodlama arasında şaşkın haldeyim. HPCA’ler, mutual fund’lar, talimatlar ve tipp-exler…Olmaz olası tipp-exler:) havada uçuşuyor. Günün sonu geldiğinde hala çok sevdiğim şube müdürümüz Pamir Hanım ekibi toplayıp bir günlük değerlendirme yapıyor ve malesef bana ilk izlenimlerimi soruyor. Ben de buraya yazdığım gibi, anlamadığım bazı kavramlar, kelimeler olduğunu ama genel olarak ortamı ve işleyişi çok sevdiğimi söyleme gafletinde bulunuyorum. Bankacılığı seven aklımı ayrıca öpeceğim ama bu tam 2.5 senemi alacağından henüz o ayılışıma değinmiyorum. Neyse…Müdürümüz bir hoşluk olsun mahiyetinde peki diyor, nedir anlamadığın kelimeler Pınar’cığım, de bize…Tipp-ex diyorum, mesela herkes tipp-exi arıyor, tipp-exi istiyor, tipp-ex büyük mesele ancak ben anlamıyorum diye kendimi batıra batıra konuya açıklık getiriyorum ve o an sanki şubeye bir bomba düşüyor. Suratlar bir karış, şubede derin bir sessizlik, Pamir Hanım’ın bir ‘öyle miiii’ deyişi ve herkesin beni oracıkta boğmak isteyişi yine gözümün önünde…Meğersem Ankara’mın kırsalında yıllar yılı daksil diye bildiğimiz ‘hata düzeltici beyaz şey’ İstanbul’da tipp-ex adıyla anılıyor ve bankacılıkta malum talimat üzerinde prensipte bir harf, bir çizgi bile hatalı olsa düzeltme yapmak yasak olduğundan ve ben o gün o şubede atom bombası etkisi yaratan tipp-ex kullanımını ortaya çıkardığımdan çalışma hayatıma ‘ispiyoncu Pino’ olarak giriş yapıyorum. Bankacılık serüvenim müdürümüzün değişimi sonrası benim koşarak pazarlama departmanına kaçmak isteyişim, her kabul aldığım pozisyon sonrası yeni şube müdürünün ‘Genel müdürlüğe geçmek o kadar kolay değil, biz çok süründük, sen de sürün. Göndermiyorum, bitti. Git bana bir çay getir’ sözleri ile son bulan girişimlerim ve evrile çevrile mobbinge maruz kaldığım bir üç ayın sonunda araştırma sektörüne geçişim ve pazarlama camiası ile mutlu mesut ömrümüzün başlangıcı ile son buluyor.

Yeni şirketim yıllar yılı her Türk insanının çok biliyormuş gibi hakkında yorum yapmak ve atıp tutmaktan kendini alamadığı televizyon ratinglerini ölçen AGB Nielsen oluyor. Bankacılıktan gelen bünyeme çok ters gelecek şekilde, şirkette herkes ileri seviyede gayri resmi giyiniyor, oturuyor, konuşuyor ve davranıyor. İçimde Gülse Birsel’in Avrupa Yakası dizisindeki reklam ajansına düşmüşüm gibi bir hisle şaşkın şaşkın kumaş pantolonlarımdan ve topuklu ayakkabılarımdan arınmaya çalışıyorum. Bankacılık alışkanlığı her tanıştırıldığım kişiye Bey ya da Hanım diye hitap ettikçe herkes tarafından da kendisine adıyla hitap etmem konusunda uyarılıyorum. Yine bankacılıktan gelen fazla mesai ve yoğun çalışma alışkanlığı sonrası, araştırma firmasındaki ilk haftamda hafiften bir siesta dönemi yaşayınca, yıllardır hayalini kurupta hiç zaman ayıramadığım ‘olmayan hobilerime’ doğru bir adım atıyor ve İstanbul’daki at çiftliklerini arayıp randevu almaya başlıyorum. O arada tanıştırılmadığım iki insan kalmış geriye: istatistik departmanının yöneticisi sevgili Behiye ve genel müdürümüz Arzu Hanım. Çiftliklerden biriyle telefonda konuşurken ekip arkadaşım, şimdilerdeki ‘bacikom’ Didem içeri giriyor, yanında Behiye olduğunu düşündüğüm kişi ile -bana lütfen kapatma gibi bir hareket yapıp- telefon görüşmemin bitmesini beklemeye başlıyorlar. Şirkette çalışmaya başladığım andan beri karşılaştığım çeşitli masaya ayak uzatıp oturma, halay çekme, Lost’un yeni bölümünü mesai saatinde izleme gibi ‘gariplikler’ ve ‘ismimle hitap et’ baskıları sonucu bocalamaktan gevşeyen bünyem ne yapacağını şaşırdığından arkamda bekleyen kişiye dönüp işaret parmağımla ’bir saniye canım kapatıyorum’ der gibi bir şeyler söylüyor ve at çiftliği ile muhabbeti uzattıkça uzatıyorum. Atların nallarının en son ne zaman değiştiği gibi bir detaya gelmiş olacağım ki benimle tanışmak için odaya gelen kişi ayakta dikilmekten ve benim arada sırada arkamı dönüp işaret parmağımla ‘bir saniye’ yaparak kendisini bekletmemden yorulup, çıkıp gidiyor. Bakışların bana yöneldiğini farkediyorum. Nedense o lanet telefonu bir türlü kapatmıyorum. ‘O kişi’ odaya geri giriyor, pazarlama direktörümüz ve Didem beni boğacak gibi bir bakış atıyorlar. İçimden ‘Aman bee tamam!’ deyip telefonu kapatıyor ve yerimden bile kalkmadan kırılasıca elimi sonradan genel müdürümüz olduğunu öğreneceğim kişiye uzatıp, ‘Nasılsın? Ben Pınar.’ diyorum. Yok, kimse beni işten çıkarmıyor:) Öyle kabul ediyorlar. Öyle kabul ediyorlar ki yine günlerden bir gün, işe o gün saat 11:30 gibi gelen bir arkadaşıma, şirket içi yapılan bir duyuru mailingini sadece ona ‘forward ediyorum’ sanarak Outlook’un tüm imkanlarından faydalanıp ‘reply all’ yaparak pazarlama direktörümüzden, genel müdüre ve tabii şirketin teknisyeninden finansçısına her bir çalışanını CC’leyip ‘bu saatte işe mi gelinir kızım, gelmeyeydin bari’ kıvamında bir mail yazıyorum. Yok, kimse boğmuyor beni. Dediğim gibi, öyle kabul ediyorlar, hatta seviyoruz birbirimizi:) Öyle seviyoruz ki, yine aynı firmanın dünyadaki 69 ülkeden ortaklarının İstanbul’da biraraya geldikleri bir toplantıda, ‘Sıkılan birini görürsen ilgilen olur mu Pınar’cım’ uyarısı üzerine gözüme o an için bence sıkıntıdan bayılan genel müdürümüzü ve onu mağdur eden, sonradan bizim İngiltere’deki ana ortağın CEO’su olduğunu öğreneceğim adamı kestiriyorum. Yanlarına gidip, muhabbete giriyor ve adamı oradan alıp uzaklaştırıyorum. Muhtemelen bütçe, ortaklık gibi konuların konuşulduğu ortamdan genel müdürümüzün şaşkın bakışları eşliğinde uzaklaşıyoruz ama yok, aymıyorum. Andy ile yemek yenen bölmeye doğru giderken çocuklarının Alp’lerde kayak tatilinde olduğundan ve toplantılar nedeniyle çok sık seyahat ettiğinden bahsedince; bir gün mutlaka hep birlikte İstanbul’a gelmeleri gerektiğinden, onları ağırlamaktan mutluluk duyacağımdan falan bahsediyorum. Yetmiyor, adama ‘sen İngiltere’de hangi departmandasın peki’ gibi ‘ne iş yaparsın canım benim anlat bakalım’ kıvamında sorumu da sorup kendi çok mühim işlerimden bahsediyorum. Ve hayır, yine kovulmuyorum:) Andy’nin Facebook, Linkedin gibi accountlarında beni arkadaş olarak eklemesi ile şirkette ‘yalaka Pino’ olarak nam salıp, geleceğin CEO’su olma yolunda sağlam adımlar atıyorum:) Yedi sene çalıştığım bu şirketten İngiltere’deki ofise geçme teklifi sonrası ayrılıyorum. Gözüm arkada kalmıyor ama gönlümün bir parçası hep o şirkette ve o şirket sayesinde tanıdığım güzel, mutlu, iyi kalpli insanlarda kalıyor. Eğer ortalama bir beyaz yakalı tanımı varsa, bu insanlar ancak ‘inci, pırlanta yakalı’ diye tanımlanabilirler ve bu insanlarla, mesela Nalan’la, mesela Çiçek’le, mesela Özbahçe ile ya da Nilgün ve Suniş ile çalışmak bana kısmet oldu diye seviniyorum.

Sol baştan Çiçek, Bahçe, Suniş, Nalan’ım…

Noktayı ise şimdilik bir medya ajansında koydum gibi duruyor. Hayatımın en zorlandığım, en yoğun çalıştığım, hatta yaşamayıp sadece çalıştığım, içinde barındırdığı bazı karakterlere bünyemin ağır alerjik reaksiyon gösterdiği, diğer bazı karakterlerine ise aşk beslediği,  mazoşist bir ilişki biçimiyle deli gibi de eğlendiğim ofisinden Montreal’e gelmemize iki ay kala tabir yerinde ise gönderiliyorum.

Limonatalı yılbaşı partilerinden bir kesit 🙂

AOP sunumu atlatmış masum ajansçılar…

Göğsümü gere gere gönderildim diyebiliyorsam eğer, işin içinde ben doğum iznindeyken değişen yönetimin göğsünü gere gere uyguladığı mobbingin de etkisi var elbette. Açıklayayım…E madem bu kadar dosttunuz, seni niye göndersinler diyeceksiniz. Haklısınız! Ancak; son ofisteyken ben daha doğum iznine çıkmadan o güzel insanlar o güzel atlara binip gitmeye başladıklarından…Döndüğümde araya giren yedi aylık doğum izni ve doğum izninde ‘bile’ ödenen maaşım ile sağlık sigortamın patronumuzu batırma ihtimali…Sözleşmemde yazmasına rağmen lütuf olarak görülen cep telefonu ve araba gibi yan haklarım birleşip artık göze değil, mideye kadar batmaya başladığından…Yönetim değiştiğinden…Değişen yönetim yaklaşık üç ay boyunca attığım hiçbir maila cevap vermeyerek bana bir şeyler anlatmaya çalışırken, ben de Montreal’den gelecek haberi beklemekten sağır numarası yaptığımdan…Montreal’e gitmeyeceksek iş değiştireyim, gideceksek inşallah işten atılırım diye dua ettiğimden…Dularım tuttuğundan…Montreal netleşipte istifa etmeme bir iki gün kaldığında onlar beni gönderme kararı aldıklarını açıkladılar. Bu açıklamayı yaparken yüzlerindeki yapmacık mahcubiyeti, önümde oturan ve o güne kadar hakkımı söke söke almamdan muzdarip olan IK müdürünün damardan sakinleştirici verilmiş gibi hiç sesimi çıkarmadan kararlarına ‘sevgi içimizde’ olgunluğuyla yaklaşmamın şaşkınlığı içindeki bakışlarını hatırlıyorum da…Bir de Sercan’la iki anneyi arayıp tazminat müjdesini vermek için sabırsızlanışımı:) Güzel bir son oldu diyebilirim…Zaten ne kadar son, ne kadar ‘bir süreliğine ara vermek’ emin değilim…

What its like inside?!?

Ankara’dan, hayatımda en güvendiğim insanın kalbini derinden kırıp, onu kendime küstürüp, desteğini de arkamda bırakıp yola çıktığımda 21 yaşındaydım. Daha önce hiç tek başıma seyahate gitmemiş, İstanbul’a dahi tek başıma yolculuk etmemiş, hayatının çoğu ilkini ama en güzel şekilde hep ‘erkek’ ve ‘büyük olan kardeşi’ ağabeyiyle yaşamış, babasının Cinnah’ta kendisine bir Anadolu Sigorta acentası açma hayalleri kurduğu, kendisinin ise İstanbul’da tek başına yaşayıp kimsenin aracılığı olmadan kariyer yapma hayalinde olduğu bir Pino’ydum. Çoğu yaşıtımın çoktan aldığı yolları çok sonraları almaya başlamış, ‘iyi de ne var ki bunda’ denebilecek basitlikte işleri dahi beni tanıyanların anlayabileceği bir ‘kozayı yırtma’ mücadelesi sonrası ancak becerebilmiştim. Hiçbir zaman büyük ünvanlar ya da statüler peşinde olmadım. Olmadım ama, deneyimim ile ihtiyaçların birbiriyle çok uygun geldiği bir dönemde gözüm açık gitmesin diye direktör ünvanını da alıp, 3 senenin sonunda expat eşliğine terfi ettim. Anne olmayı ve aile kurumunu, geçenlerde yeni bir arkadaşımdan öğrendiğim üzere pek belli etmesem de, aslında kariyerin ötesinde daha yüksek bir yere koydum.  Çocukken bir üst sokağa dahi izinsiz ve tek başıma çıkamazken; iş hayatım sayesinde tek başıma dünyayı dolaştım, bana #pinobenidegotur diyen yorumlar eşliğinde bu bloga adını veren seyahatlerimi gerçekleştirdim.

#pinobenidegotur seyahatlerinden biriken kırtasiye malzemelerim 🙂

Bugün bir çocuk annesi, blog yazarı ve çok müteşekkir bir eşim. Kendi ayaklarım üzerinde her koşulda durabileceğimden, dünya yansa yeniden inşa edebileceğimden, ne yapıp ne edip her şeyin üstesinden tek başıma gelebileceğimden, en azından buna cesaret edebileceğimden adım gibi eminim! Şimdi girişimciliğinin başlarında, ev hanımlığının ortalarında ve yaşı itibariyle yolun yarısında bir Pino olarak geriye dönüp baktığımda; hiçbir şeyin aklımda ya da içimde ‘keşke’ ile kalmadığını görüyorum. Telafi edecek zamanım yokken, iyi ki bildiğim yoldan gidip düşe kalka bugünkü bana gelebilmişim diye seviniyorum. Babama beni korunaklı bir çocuklukla bu yaşantıya motive ettiği ve bir insanın hobisi gibi hissetmeme sebep olduğu için minnettarım. Kendi bloğumda keyifle anlatabileceğim bir öyküyü geride bıraktığım için ise çok mutluyum! Ondördüncü 22 Aralık yıldönümün kutlu olsun Pino’cuğum!

Pınarthepino

Expat wife, ex media strategist, recently a full time mom, chief travel-dreams officer, aspiring cyclist, rookie blogger, habitual writer, new Montrealer...

RELATED POSTS