Pinobenidegotur

İYİ Kİ DOĞDUN, SENİ ÇOK SEVİYORUZ OĞLUM

· Bir hamilelik, doğum, ilk annelik ve aymışlık hikayesi ·

February 28, 2018 Comments Off on İYİ Kİ DOĞDUN, SENİ ÇOK SEVİYORUZ OĞLUM

Atlas’ın sadece 24 ay olan ve upuzun, çok mutlu, çok sağlıklı olmasını dilediğim ömrü şimdilik içine iki ülkeyi, bir taşınmayı, bir apart otel, bir yeni ev ve bir yeni dili sığdırdı. Çok sevdiğim Suna Kıraç’ın kitabından esinlenip desem ki ‘ömründen uzun yaşanmışlıkları var’, annesiyim, hafiften abartmak hakkım :) O bana yapışık, ben hayata ilişik kalmaya çalışırken dilerim ikimiz için de mutlu bir yaş olsun...

Atlas’ın doğumunun üzerinden iki ya da üç ay kadar geçmişti, İstanbul’un o zamanlar bu günlerde çok özleyeceğimizi bilmediğimiz baharında hava almaya Feneryolu’ndaki Orduevi’ne gitmiştik. Atlas pusetine oturmak istemiyor, memede uyuya kalıyor, pusete koyduğumuz anda yeniden uyanıp kucak istiyor ve biz her yeni virajı almamız birkaç ay sürdüğünden tüm bunlara isyan ediyor, henüz ayamamış olmaktan panik halde onu sakinleştirmeye çalışıyorduk…Şimdi olsa onu kucağıma alıp, deniz kenarı sakin bir köşeye gidip, deniz kokusunu içime çeke çeke ağlamasına, rahatlamasına izin vereceğim, keyfini süreceğim bir günü o dönemin koşullarına göre çok kötü geçiriyorduk. Gözünü sevdiğimin ‘ilk anneliği’ ne fena, ne şaşkın, ne hazırlıksız, ne idealist, ne kaygılı, ne vicdan azabıydı. Kitaplarda yazılanlardan farklı, etrafta duyduklarımdan apayrıydı…Sonraları öğrenip, kendime sık sık hatırlattığım üzere aslında her çocuk bir tek ve eşsizdi, çocuğun mizacı eşittir her şeydi ve benim bunu anlayıp, kabullenmem aylar alacaktı.

Orduevi’ndeki masa komşularımızsa bizim birkaç ay gerimizden geliyor, doğumu bekliyorlardı. Epidural istemiyor, emzirmeyi destekliyor, doğal doğumu tercih ediyor, doula eşliğinde doğuma hazırlanıyorlardı. Orada oturmuş, tesadüf olmadığına adım gibi emin olduğum bir yüzleşme yaşıyorduk ve Sercan’la birbirimize bakıp bakıp gülmekten, eski bana takılmaktan kendimizi alamıyorduk. Doğumun sen ne yaparsan yap doğal, olması gerektiği gibi gelişen bir süreç olduğuna aymam da oğlumun mizacına aymam kadar bir zaman almıştı.

Yine denk gelmemizin tesadüf olmadığına inandığım, medya sektörünü terk edip yoga okulu açmış bir yoga hocasıyla çalışıyordum. Farkında değildik belki ama ben onun, o da benim üzerimde çalışıyordu… ‘Takılma’ diyordu bana, ‘takılma, öğren bu süreçten, kendin öğrenerek çık, yoksa doğunca o sana duvara çarpa çarpa öğretir, yapma’. Dinlemedim. İstedim aslında ama dediklerine aymam da aylarımı aldı. O ne durumda bilmiyorum ama İstanbul’a varış sonrası kucaklaşmak istediklerimden biri olduğu, ne haklı olduğunu duyması gerekenlerden olduğu kesin. Soracağım, oğlan Harvard’ı kazanabildi mi? Kazanamadıysa dünya battı mı? Kendince nasıl haklı ama aslında ne kadar ‘canı sağolsun’ kaygıları vardı.

Şimdiki aklım olsa, Atlas’ı normal doğumla dünyaya getirmemiş olsam, tek hissiyatım ‘canım sağolsun’un rahatlığı olurdu. Yine şimdiki aklım olsa, Atlas’ı emzirememiş olsam, tek hissiyatım yine esaslı bir ‘sağlık olsun’ rahatlığı olurdu. Neticede mühim olan canımın ve canının sağlığıydı ama bizim hikayemizde o dönem bol bol idealler, olması gerekenler, olmazsa olmazlar vardı.

 

Mesela doğum öncesi İstanbul’un eski, isim yapmış, benim deneyimim dışında hakkında kötü bir şey duymadığım, sevilen bir ebesiyle anlaşmıştım. ‘Normal doğumcu’ diye benim arkadaş çevreme nam salmış dünya şekeri ve mütevazisi ve anlayışlısı bir kadın doğumcum olduğu, benim normal doğum yapmak istediğimi daha ortada ne Atlas ne Sercan varken dahi adı gibi bildiği halde gidip kendime bir de ebe bulmuştum. Beni evde doğuma hazırlayacak, stresimi azaltacak, bebek dönmezse döndürecek, beni duşa sokacak, onu yapacak, bunu yapacak ve benim doğal doğumla Atlas’ı dünyaya getirmeme yardımcı olacaktı. Doğumun gerçekleştiği gece bir hastanede, doğumhanede doğuma girmişti ve sanırım doğan bebeğin ayak parmakları da tam mı diye sayana kadar kalması gerektiğinden bizim evde kendisini gören olmadı. Söz verdiği, acil durumda yerine beni o yetişene kadar destekleyecek ebe arkadaşı da ortalarda görünmedi. Doğum sonrası hiçbir mesajına dönmedim, telefonlarına çıkmadım. Hakkında bugüne kadar hiçbir yerde yorumda bulunmadım, bugün de ancak bu kadar yazabildim. Siz siz olun doğum yapan kadının kalbini kırmayın, aman diyeyim. Çok ama çok içerledim. Doğum aldatması diye bir şey varsa eğer, işte ebem beni doğumda aldattı ve yarı yolda bıraktı. Hastaneyi beni sezeryane alın diye inletip, arada bayılıp kendimden geçer ve Sercan’la annemin aralarında benim sancılara verdiğim ‘aşırı’ tepkiye gülüşmelerine kızarken ise kadın doğumcum onu bir ebeyle aldattığım için beni yerin dibine sokup ‘dayan kuzucum, en çok sen pişman olacaksın normal doğurmazsan, aylardır bekledin kuzum, az kaldı’ diyerek gönüllere taht kurdu. Neticede Atlas normal doğdu. Kendimi normal doğuma motive edip, normal doğum diye inat ettiğim, stres olduğum aylar ve günlerin ardından…Gelişi 40+5’i bulunca günde on bin adım atıp, iki yüz sıçralamalı squat yaparak gelişini hızlandırmaya çalışmalarım ardından…Karnım hiç aşağı inmeden, suyum gelmeden, artık doğumu düşünmeyelim diye Sercan’ı gece kardeşi ile bara, kendimi annemlerin karşıdaki evine ve oradan da tek başıma sinemaya gönderdiğim bir günün akşamında Atlas normal doğdu.

İşin özü bu aslında, Atlas normal doğdu. Normal olmayan o muydu? Sanmam…Onun normaline uymayan bazı genellemelerle çocuğu ve elbette kendimi boğan, haliyle normal olmayan aslında bendim.

Doğduğu gece Sercan’la ailelerimize eve gidip yatmalarını söyledik. Neticede bebekti bu, artık doğmuştu, gece hepimiz uyuyacak, sabah oldu mu bebeği de alıp eve gelecektik. Artık gidebilirlerdi. İlk geceden beklentimiz buydu:) Anormallikler de böylece başlamış oldu:) Ne güzel günlermiş Rabbim ya, çok şükür bize de yaşatmış, şimdi yazdıkça içimden kelebekler çıkacak gibi kalbim titriyor, çok şükür anne baba olduk.  Atlas o gece çok ağladı, yanımdaki annemle biz hiç uyumadık, Atlas’ı şimdiki aklımla niye yaptığımı sorguladığım ve bu sorgulamayı eş zamanlı eleştiren aklımla ( annelik 1.0)  gece bebek odasına yolladık. ‘Budur’ dedi annem, ‘bebek bu, ağlar’. Ertesi gün Atlas’ı rüyalarımı süsleyen, kırmızı, yumurtamsı, uzay aracına da benzeyen oto koltuğuna yerleştirip hastaneden çıktık ve Kanada’ya taşınırken bakıcı teyzesi Türkan Hanım’ın aymamı sağladığı üzere ‘doğduğu eve’ getirdik. Getiriş o getiriş oldu, Atlas bir daha ağlamadan o oto koltuğuna hiç binmedi. Oto koltuğu gibi, puseti, emziği, biberonu da reddetti. Sekiz aylık olana kadar üç saatte bir bizzat memeden emdi…Biberon da almadığı için, bu durum beni bunalttığı için, arabayla da bir yere gidemediğimiz için, pusete de koyamadığımız için, slingle de şu anki kadar toplu taşıma kullanımına alışık olmadığımız için yakın çevrede hava almalı günler, aylar geçirdik. Her araba yolculuğu ağlamaktan moraran bir bebekle adını koymakta zorlandığım duygular içinde isyan ederek geçti. Etraftan, üstelik kendi de anne baba olan etraftan bol miktarda ‘nasıl ya?’, ‘pusete oturmayan bebek mi olur be?’, ‘ne demek oto koltuğunu reddediyor?’ duyduk. Mahallede kırmızı pusetli ağlayan bebekle ailesi olarak nam saldık. İnternette çok araştırdık, çok okumak istedik ama pek eşine benzerine de rastlayamadık. ‘Niye böyle?’ deyip durduk. Oysa ortada ‘böyle olan’ bir şey yoktu. Bu Atlas’tı. Günde on bin adım atıp, iki yüz squat çekmeseydim ve tam doğacağı gece yoga hocalarının doğuma yakın doğumu tetikler diye tavsiye etmedikleri bazı hareketleri yirmişerden beş set yapmamış olsaydım belki de kırk ikinci haftada dünyaya gelecekken rahatı bozulmuş bir Atlas’tı. Annesiyle olmaktan mutlu bir Atlas’tı. Erkek çocukları anneci olur derler ama ‘hiç mi babasını istemez bir çocuk’ dedirtecek kadar da anneci olur mu yahu diye beni yine isyanlara iten bir çocuktu. Anlayacağınız, sorsalar kendimi bildim bileli hep anne olmak istemişimdir dememe rağmen, hep bir isyanlarda, hep bir sorgulamalarda, dara geldi mi anneliğin gül bahçesi olmadığına ancak ayan bir Pino’ydum. Tamam Atlas zordu ama normaldi. Benim anneliğe ve Atlas’ın mizacına, bir tanecikliğine ayışım ise biraz anormal oldu. Zamanla oldu.

Atlas, benim annemden yadigar deyişle ‘ yavruların güzeli kuzum’ artık ‘2’ oluyor. Annemin ağabeyime de ‘yavruların güzeli’ dediğini düşünürsek, evet, bu söylem fazla iyimser olabilir ama:) Olsun!

Atlas; benim içli balığım, ballı lokmam ve lokumum kocaman oldu. Fiziken kocaman oldu belki ama içi bebek kaldı; sevinçleri, mutlulukları, içerlemeleri, hüzünlenmelerini ölçsek etmez boyunun yarısı. Erken başlayan iki yaş sendromu ile tam kreşe başlama öncesi tavan yapan yapışıklığımız ile en yaka iğnesi dönemlerimizden birinin içinden geçerken artık aydığım üzere, benim anneci oğlumun ihtiyacı bu ara annesinin yanındaki varlığı. Bu ihtiyacın ‘kumma anne, el tut’ kod adı. Anormal olan, isyan edilecek hiçbir şeyi yok, aslında gerçekten önemli olan en kritik iki şey ikimizin keyfi ve sağlığı. O bana yapışık olmak isterken, ben de hayata ilişik kalmaya çalışırken bulacağız orta yolu. İçimde ‘Neden ama?’ sorgulamalarını kısmen de olsa geride bırakabilmiş olmanın haklı gururu ve kendimle yüzleşmem, öğrenmem, taa iki yıl önceye, yoga hocamla yoga yapmak yerine yaptığımız söyleşilere geri dönersek aymam gereken, aşmam gereken, takılmamam gereken yeni yeni birçok mevzu. Ne sert ve ne eşsiz tokatlayıp, törpülüyorlar bizi, bunun adı mucize. Çok şükür bize Atlas ile kısmet oldu!

Atlas’ın sadece 24 ay olan ve upuzun, çok mutlu, çok sağlıklı olmasını dilediğim ömrü şimdilik içine iki ülkeyi, bir taşınmayı, bir apart otel, bir yeni ev ve bir yeni dili sığdırdı. Çok sevdiğim Suna Kıraç’ın kitabından esinlenip desem ki ‘ömründen uzun yaşanmışlıkları var’, annesiyim, hafiften abartmak hakkım 🙂

İki yaşına girerken dünyası şarkılar, boyalar, hayvan arkadaşları, kitapları ve arabalardan ibaret.

Resim çizerken çizdiği ailede el ele tutuşan altı çöp adam var ki hem içimi buruyor hem de mutlu ediyor kafasında aile diye kurdukları; Gisil, Emye, Wiyo, Anne, Baba, Attaaas…Kendi küçük köyünün çok sevileni diye gönlüm rahat, içim kalabalıklar içindeki yalnızlığımla bu ekiple huzurlu.

Kart sesiyle kendi başına kaldığı zamanlarda bağıra çağıra söylediği, sözlerini arada uydurup arada adam akıllı telaffuz ettiği şarkılar ömrümün en büyük neşesi.

Sabahları uyanınca ‘güngaygın’la sarılarak başladığımız günlerden, gözünü açar açmaz ‘anne şimdi kalk, mutfağa git, bana ekmek ver’ cümlesine bir geçişimiz var ki, gülsem mi ağlamasam mı bilemiyorum.

Bundan tam iki yıl önce göğsümde uyuya kalan buruşuk ‘kara, kuru, koca ayaklı’ köşe yastığı nasıl da minyatür bir insana dönüştü, söylesinler her şey nasıl bu kadar hızlı oldu?

On beş gün sonra bir sabah uyanacağız ve birlikte onu kısa süre içinde sınıfına bırakıp, okuldan çıkıp gitmem gereken bir ‘kreşte ilk tek başına kaldığı gün’ yaşayacağız. Onun iki yaşının, benim sözde aymışlığımın ancak bitmek bilmeyen yürek sızımın ilk sınavı bu olacak. Biliyorum ki ben ne kadar sakin, soğuk kanlı ve normal karşılarsam bu başlangıcı, ona o kadar yardım etmiş olacağım ama bugün için bu ne mümkün, gözümün yaşı dinmedi sabah beri, ağlayıp ağlayıp durdum. Çok aymışım değil mi? İşte olup olabilen, elimden gelen bu.

Yavruların güzeli Atlas’ım…

Bir yıl oldu Montreal’e geleli, bu bloğu bir gün okursun umuduyla yazmaya, sana hatıralar biriktirmeye, kendimi yazarak mutlu etmeye başlayalı.

Bizim yeni anne babalığımızın, yeni şehrimizin, yeni hayatımızın en kuzu yol arkadaşı oldun…

Ne mutlu ki birlikte büyüyoruz!

Seni çok seviyoruz!

İyi ki doğdun…

Pınarthepino

Expat wife, ex media strategist, recently a full time mom, chief travel-dreams officer, aspiring cyclist, rookie blogger, habitual writer, new Montrealer...

RELATED POSTS