Anne olmak ne zormuş…
Bahsettiğim ‘anne olunca anlarsın’ kıvamında bir zorluk değil…
O kısım tamam, anladım, kabullendim. Annemin ağabeyimi 30 yaşındayken hala geceleri eve dönsün diye sabaha kadar beklemesine de hak verdim. Hatta bir dönem Atlas’a ehliyet aldırmayalım gibi düşüncelerim de oldu ve ‘anne olunca anlarsın’ ile imtihanımı bir yana bıraktım, da…
Bu devirde; bunca mesaj, kaygı, tehlike, bilgi, uyaran bombardımanı altında anne olmak cidden ne zormuş.
Bazen gerçekten cahillik mutluluktur mu diye düşünmeden edemiyorum.
Kendi anneliğimi tanımlayacak olsam, büyük bir bölümü net olarak kaygılı derim:) Küçük ve üzerine çalıştığım yeni bölümü ise rahat demek isterim…
Çocuğunuzun yanında olun, sevginizi hissettirin diyorlar ya…Umarım onca kaygı arasında sevgimle çocuğa nefes aldırabiliyorumdur, aldırabiliyor muyum emin değilim.
Kendime haksızlık etmek de değil de derdim; Atlas düşe kalka, ömrünün son altı ayı Kanada’da geçmek suretiyle 18 aylık olmuşken, fırsat bu fırsat bu konuda bir şeyler yazayım istedim.
Hamileyken ve dünya henüz pembe bir toz bulutundan ibaretken; hayallerim, ideallerim ve kesin yapacaklarım vardı.
O dönem kafayı doğal doğuma, asla ama asla sezaryen olmamaya, cocuğun odasındaki mobilyaların conceptine, kapı süsünün bir ton açık mı yoksa koyu mu olacağına, hangi beşiğin daha estetik görüneceğine falan takmıştım.
Ah zavallı Pınar’cım!
Meğer maç tamamen farklı bir sahada oynanıyormuş ve sen o maça hiç ısınmadan çıkmışsın.
Uyku, emzirme, anne sütü, sözde değil özde sakinlik, bebeğinle nefes aldığının bilincinde olma…
Lohusa sendromu denen melet…
Bunların üzerine binenler var bir de…
Etrafında durmadan konuşan ve yardımcı mı olmaya çalışıyor yoksa kendi annelik deneyimini gözüne mi sokmaya ayırt edemediğin gürültücü güruh…
Onu öyle yap, bunu böyle yap; açtır emzir, sütün yetmiyordur mama ver, erkek çocuğu vefasızdır ah vah diyenler…
‘Ben hep yüzüstü uyuturdum’ deyip kundaklı bebeği yüzüstü yatırıp boğmaya yeltenenler…
İki aylık bebeğe ‘bunlar da seni hep uyutmaya çalışıyor, gel biraz oynayalım’ deyip uykusundan edenler…
Öfke nöbetleri…
Kalabalık…
Yazarken bile bunaldığım anneliğimin ilk dönemleri…
Çocuğumuzu kendimiz büyütüyoruz diyen anne babalara özeniyorum biliyor musunuz?
Bir yaşından beri Atlas’ı biz büyütüyor olduğumuz için de çok seviniyorum.
Ne mutlu ki Atlas için en doğrusu biz ne düşünüyor, neyi daha uygun buluyorsak o artık.
Ne şanslıyız ki burada kimse niye ‘ağladığı, hastalandığı, uyumadığı, uyandığı, elini ağzına götürdüğü, yemeğini yere fırlattığı’ hakkında hiç yorum yapmıyor.
Bireysel alanına saygısını sevdiğimin Kanada’lısı…
Herkes kendi anne babalığını kendi çocuğunda deneyimlemiş, senin çocuğunla yeniden anne babalığını cilalamıyor yani, gülümsüyor sadece.
Hala öfkeliyim di mi?
Öfkeliyim.
Hem kendime, boş veremediğim, öfkemi dindiremediğim hatta öfkelenmemin önüne geçemediğim için; hem de onlara, öfkelendirdikleri, üzer miyiz kırar mıyız üzerimize vazife mi ki diye düşünüp bir adım geride duramadıkları için.
Peki neymiş 18 ayın annesi Pınarcım annelik?
Zırh giyinmekmiş meğer annelik…
Nasıl bir zırh mesela?
Adına ‘annelik zırhı’ dersek; kendi iyiliğin ve bebeğinin iyiliği için kulaklarına koca tıpalar tıkadığın bir zırh…
Bir de ’benim anneliğim’ dediğin şeyi tanımladığın ve o tanıma uygun, kafana göre takıldığın bir zırh…
Her annenin ancak kendi bebeğinin, ailesinin karakterine ve kendi aklına yatanlardan oldurabildiği ile oluşturduğu bir zırh.
Oldurabildiğin kadar annelikmiş annelik.
Mükemmellik diye bir şey yokmuş.
Bu devirde mükemmelin, hadi onu geçtim optimumun bile peşinden koşmak bazen çılgınlıkmış.
İçgüdülerin, sağlığının elverdiği, bebeğinin hoşlandığı, senin rahat ettiğin, içine sinenin harmanıymış annelik.
Ben toz pembe hayaller peşinde tonton bir hamilelik geçirirken beni çok iyi tanıyan bir büyüğüm ‘çocuğunun mizacını dikkate almıyorsun’ Pinar demişti. Ben de tamam alırım bundan sonra demiştim:) Geride kalan 18 ayın ardından o mizac nasıl dikkate alınırmış, yani öyle değil böyle dikkate alınırmış, öğrendim. Atlas öğretti. Canım çocuğum, beni büyüttü, birlikte büyüdük, bana O öğretti gibi bir sevgi kelebekliğinden bahsetmiyorum…Aksine tekme tokat, dangıl dungul, itmeli kakmalı bir öğretmeden bahsediyorum. Bunun için Atlas’a müteşekkir miyim? Gözümü açtığı için evet, üzerimden kamyon gibi geçtiği için hayır…
Annelik diyordum…
Annelik başa gelince öğrenilen bir şeymiş. Öğrenilen derken, yolda düzülen kervan misali, eğilip bükülerek şekle giren bir hamurmuş. Kitap okuyarak olunan bir şey değilmiş.
Kitap okuyarak ancak o hamura biraz daha kıvam katılıyor ya da kıvamı çoksa su eklenip, kendi ideal tarifin oluşturulabiliyormuş.
Kitap demişken, şimdiki aklım olsa ne okurdum, neye takardım diye düşündüm de…
Bana kızan kızsın ama doğal doğuma çok da takmazdım…
Her bebek doğuyor.
Doktorum ya beni yok yere sezaryene alırsa diye girdiğim stresin zararı, sezaryenin bebeğe varsa eğer bir zararı, o zaradan az değildir bence.
Çok mu cahil, cahil konuşuyorum.
Konuşurum:) O doğumu evde, bana geleceğini söz verdiği halde gelmeyen doğum ebesini bekleyerek, inleye inleye, sancılar bittiğinde kendimden geçe geçe ben yaptım…
Konuşurum…
Sonra emzirmeye takardım.
Çok bir şey daha takacaksam, pusete alternatif bebeği üzerimde taşımama yarayan diğer aparatlara takardım mesela.
Bebeğim neden pusetine oturmuyor, oto koltuğunda neden ağlıyor diye pek de takmazdım.
Haliyle de oturur bebeğimi ilk aylarda nasıl sakinleştirip, huzurla uyutabileceğimi, O’nu nasıl besleyebileceğimi ve emzirme sürecinde başıma gelebilecekler karşısında neler yapabileceğim hakkında okurdum.
Şimdiki aklım olsa kucağımdan hiç indirmezdim, sakinlesin diye göğsümden saniye ayırmazdım da sanırım. Ayırmadın ki diyenleriniz olacaktır, evet, ayırmadım da ama bunu kucağa alışır kaygısı olmaksızın yapmak isterdim.
Hatta yine ‘aaa ama çok kucağa alışmış, alma, alıştırma’ diye beynimi oyan sözlerine iki dakika sonra ‘bugünlerin kıymetini bil, çok çabuk büyüyecekler’ diye devam edenleri emziğe alıştırmak ve seslerinden konuştukça kurtulmak da isterdim.
Şimdi ki aklımla o an deneyimsiz bir anneyken geçmeyeceğini sandığım her şeyin bir bir geçtiğini kendime söyleyebilmek isterdim.
Güvenilir ağızlardan geçeceğini duyduğumda buna ikna olmuş olmayı dilerdim.
Şimdi ne mi yapıyorum…
Şimdi, geride kalan 1.5 yılın ardından, ‘şimdiki aklım olsa’ demeyeceğim günler yaşamaya çalışıyorum Atlas’la…
Rahat olmaya, rahatlığı boşvermişliğe vardırmadan hayatı ikimiz için birlikte daha huzurla yaşanır kılmaya çalışıyorum…
Allah bir gün kısmet eder de bu çocuğa kardeş yaparsak, ‘ikincide anladık ana babalığı’ demeyeceğimiz bir ilk anne babalık yaşamaya çalışıyoruz kendi adımıza da.
Çocuğa, ilk olmasının mükafatını, sakinlik ve huzuru, ikincisini görmeden vermeye çalışıyoruz diyeyim.
Elde değil, Kanada’da yalnız olmaktan müzdarip, hata yapmak veya eksik kalmaktan korkuyorum ara sıra…
Sonra sakinleştiriyorum kendimi, çocuğum mutlu mu diye bakıyorum, mutlu olduğunu görünce devam ediyorum yoluma…
Atlas artık ıh ıhların ötesinde konuşuyor. Geçen hafta bir gece suluğunu göstermek yerine ilk kez süğ dedi mesela. Mutlu oldum.
Bu kadar yani, süğ.
Konuşabilir, konuşmayabilir, yiyebilir, yemeyebilir, yemezse aç kalabilir, tok yatabilir, parkta salıncakta sallanmayabilir, pusetini itmekten hoşlanabilir, elli kez ali babayı söylettirebilir, yeni aldığım oyuncağını çözemeyebilir, kitaplarını yiyebilir, mama sandalyesinden atlamaya kalkabilir, koynumda yatabilir, koynumda yatamayacağı kadar uykusuzsam kendi odasında uyumaya ikna olması gerekebilir, arada babasıyla çöplendiklerimizden otlanabilir, paylaşmayı öğrenemeyebilir, kaşını gözünü yarabilir, düşebilir, kalkabilir, olağan her çocuk gibi de olabilir, olağanüstü olduğu alanlar da olabilir.
Ama büyür.
Bir şekilde büyür.
Sevildiğini hissede hissede büyürse, anne babasıyla çok anı biriktirebilirse, günü gülerek açıp kapayabilirse daha güzel büyür; tabii bence.
Belki sana göre farklıdır.
Kabul.
Neticede boynundan bal aktığını düşünen bir hayal dünyasının rehberiyim, neye kasıyorum ki?
Kiymet
👏🏻👏🏻👏🏻