Göçmenlikte aşk, 'birey' olunmaya ve 'yetişkin' sorumlulukları bizzat üstlenilmeye çalışılırken hakettiği kıvamda yaşanamıyor. Dolayısıyla göçmenlikte aşk ölmüyor, dönemsel olarak ölümle sınanıyor.
‘Hangimiz daha desteksiziz?’ diye yazayım da kurtulayım dedim…
Konumuz göçmenlikte desteksiz yaşam!
Hazırsak, başlayayım…
Geçenlerde artık beni ilk kez okumuyorsanız biliyor olduğunuzu varsaydığım Facebook’taki Göçmen Anneler grubunda ‘evlilik değil, çocuk değil ama göçmenlik aşkı öldürüyor olabilir mi?’ diye sordum ve bir dert faslı gibi bu konu üzerine oldukça konuştuk. Sorumu yanlış anlayıp ‘eşinizi karşınıza alıp konuşun’ diyenler oldu, doğru anlayanlar oldu, yazdıklarıma ’tam benim gibi düşünüyorsun’ diyenler oldu, ‘ajitasyon yapıyorsun’ diyenler oldu, ‘bir dakika ya Pınar’ın bakıcısı yok mu, neyin desteksizliğinden bahsediyor?’ diyenler oldu…Olanlar oldukça benim de kendimi daha net ifade etme ihtiyacım doğdu ve blogun yeni yazısı da bu vesile ile ortaya çıktı…
Konu göçmenlikte aşktan, destekli ya da desteksiz yaşama doğru uzun bir yoldan geçtiğinden sanırım açıklamamda fayda var: Aşk burada mecazi anlamda kullanılıyor, göçmenlik ile tüm sorumlulukların birlikte omuzlandığı eş ile aradaki ilişki bağını ifade ediyor. Destekli ya da desteksiz yaşam ile kastedilen de yardım alınabilecek insan çemberi. Sorunun cevabı ise, hem gerçek hem de mecazi anlamdaki aşk için, hayır. Ancak bu hayır, uzunca bir hayır ve beraberinde bir sürü açıklamayı da getiriyor. Kendi soruma cevabım; aşk ölmüyor, dönemsel olarak ölümle sınanıyor. Soru ise yorgun bir günün ve yoğun bir haftanın ardından ağzımdan çıkmış olduğundan, evet, içinde yakınma barındırıyor.
Şimdi…Özellikle konu göçmenlikse, ilişkide aşkın form değiştirerek tazelendiği; karşınızdaki insan da ‘insan’ ise, hayat zaten olması gerektiği gibi müşterek ise, duygusal olarak içine düştüğünüz boşluklar, zorluklar ve yeniliklerde bireyler birbirine destek olabiliyor ise, aşkın güçlendiği ve daha ayrı bir boyutta manevi olarak da köklerini derinleştirdiği bir hale geçiliyor. İnsan geri dönüp sadece ‘çekirdek aile’ olarak yaptıklarına baktığında; aslında üstesinden geldiklerine, başardıklarına, altından kalkabildiklerine, mutlu olabildiklerine, deneyimlediklerine, görüp geçirdiklerine, öğrendiklerine, çıkardığı derslere, gelişimlerine, dönüşümlerine bakıyor ve seviniyor. Sevinmekle kalmayıp arada duygulanıyor, duygusal olarak zorlanıyor, hayret ediyor, gururlanıyor ve normalde ki buradaki normalde ile kastım da ‘İstanbul’ olsun, İstanbul’dakinden daha duygusal olarak yoğun ve farkındalık içinde yaşayabiliyor. Peki aradaki ilişki bağı bunca olumlu ve duygusal girdi ile beslenirken aşk neden mi ölümle sınanıyor? Nedeni basit; çünkü burada aşkı mecazi ya da gerçek anlamında besleyecek zamanı yaratmada sıkıntı yaşanıyor. Aşk çöpü atarken, tuvaleti temizlerken, tıkanan gideri açarken, gömlek ütülerken, kar kürerken, bulaşığı toplarken, market alışverişini yaparken, bebeği uyutayım diye sen de uyuya kalırken ya da kırılan yemek masasını tamir etmeye çalışırken hakettiği kıvamda yaşanamıyor. İçinden geçilen süreçte aradaki bağ şüphesiz güçleniyor ama asıl olan, birlikte düzenin devamlılığını sağlama oluyor.
Yazdıklarım bazılarınızda ’biz zaten bunları kendimiz yapıyoruz ki, bizim için değişen bir şey olmayacak demek ki’ düşüncesini yaratabilir, bu olup olabileceklerin bence en güzeli. Tanıdığınız, bildiğiniz cephelerde savaşmaya geliyorsunuz demek ki…Sizi güzel günler bekliyor diyebilirim. ‘Bizim bir yere gideceğimiz yok, biz memleketteyiz’ diyenleriniz için de ‘helal olsun’ tek söyleyebileceğim. Biz çekirdek Erdurmazlar hiç de öyle ‘kendin pişir kendin ye’ bir hayattan gelmediğimiz için, oldukça büyük bir değişimden geçtik diyebilirim. Temizliğe yardımcı, bebek bakımına yardımcı, ütüye yardımcı, yetmedi mi anne, baba, teyze, kuzen sisteminden ‘Edi ile Büdü’ versiyonuna, birkaç ay sonra da bu ikiliye eklenen Kanada şartlarında tam zamanlı bakıcı teyze ile ‘nispi destekli hayata’ geçtiğimiz için ekip olarak epey yıprandık. Hoş, İstanbul’da da ömür bilah sabahın köründen gecenin bir yarısına, evlenmeye ya da doğurmaya ramak kala ofisten kaçarcasına çıkarak yaşamaktan da yıpranmamış mıydık? Kesin ondan da yıpranmıştık ama sorumlulukları devredebileceğimiz insan çemberinin genişliğinden konunun vehametine o dönem ayamamıştık sanırım.
Bilemiyorum, belki de bu destekli yaşama konusu bir Türkiye efsanesi. Bizim Kanada’ya taşınacağımızı öğrenen çoğu kişinin ilk tepkisinin ‘oralarda böyle bakıcı, yardımcı yok, bir yaşında bebekle ne yapacaksınız?’ tepkisinden de anlaşılabileceği gibi biz yaşamayı ancak böyle destekle mümkün sanıyoruz belki. Kalabalık bir aileden, verici ve özverili ebeveynlerden gelme hali de desteği her daim yanı başımda istememe sebep olmuş olabileceği gibi, desteksizliği yorucu ve yıpratıcı bulmama da katkı sağlamıştır illa ki!
Peki biz desteksiz miyiz? Artık değiliz…Atlas’ın Kanada şartlarında tam zamanlı çalışan bir bakıcı teyzesi var. Haftanın üç günü sekiz, haftanın iki günü altı saat çalışıyor. Yetiyor mu? Aslında ben çalışmazken ya da çalışmaya çalışmazken yetiyordu ama artık yetmiyor. Şöyle örnek vereyim; çalışıyorsunuz ve çocuğunuz da siz ofisteyken okula gidiyor. Çocuğunuzu okula göndermeniz size kendinizi destekleniyor gibi hissettirir ve sizi dinlendirir miydi? Evde bekleyen yemek, çamaşır, bulaşık işinizi okul üstlenir miydi? Sen ayağını uzat bir yat dinlen, ben çocuğun yemeğini yedirir, yatırır uyuturum der miydi? Demezdi değil mi? İşte bizim buradaki destekli hayatımızda demiyor. Ben eve girdiğimde ya da çalışmayı bitirdiğimde evine gitmek için kapıdan çıkan dünya iyisi bir bakıcı teyzesi var Atlas’ın; asıl sorumluluğu bebek bakımı olan; evin yemeği, çamaşırı, bulaşığı, ütüsü ondan sorulmayan. Dolayısıyla bakıcı teyzenin henüz göndermediğimiz kreşin yerini tuttuğu bir hayatta, biz kendimizi dinlendirecek fırsatı pek bulamıyoruz. Oyun ablalarımız var haftada bir ve zaruri ihtiyaç halinde uygunlarsa gelip Atlas’la maksimum 3-4 saat kalabilen, onların dışında da başbaşayız işte. Tüm bunlar bizim Kanada’daki ana yatırım kalemlerimizi oluşturuyor bu arada…Yani Türkiye’den buraya geleceğimizi duyan kişilerin ‘oralarda o işler çok zor’ demelerinin bir ucu da maddiyata dayanıyor; çünkü burada emek değerli ve pahalı. Yatılı bakıcı ile çalışmak yerine mortgage ile ev almak daha mantıklı mesela. Dolayısıyla yatılı bakıcı rüya, yatısız gündüzlü bakıcı da eurobonda, mutual funda yatırım yapmak kıvamında. Ama bizim içinden geçtiğimiz süreçte; sağlıklı anne = mutlu anne = mutlu bebek = mutlu aile denklemini dengede tutabilmek için varı yoğu bakıcı teyzemizin hesabına yatırmak önceliğimiz oldu. Atlas’ın kreşe başlaması, büyümesi, kendi başına oynar ve uyur hale gelmesi, iki yaş sendromunu ailece en az hasarla atlatmamız vs vs vs…Bu dönem geçici ve işler de ileride daha refaha kavuşacak gibi duruyor şimdilik.
Göçmen Anneler’deki konuşmada sorumu yanlış anlayanların çok doğru dedikleri bir şey vardı: Bu hayat çalışmasına rağmen, ailenin çalışsa da çalışmasa da annesi olan üyesine destek olmayan bir eşle geçmez, çok zor geçer. Zaten göçmen ya da değil; hayatı müşterek görmeyen, kadın dediğin – erkek dediğin gibi ayrımlarından kaybolmuş, insana cinsiyetinden bağımsız bakamayan insanla hayat her yerde, her destek çemberine rağmen zor geçer.
Yine Göçmen Anneler’deki konuşmada ‘destekli – desteksiz yaşam’ demişken üzerine değinilen bir diğer konu da Türkiye’de geniş ailenin çocuk dünyaya getirmeye ve yetiştirmeye çalışan çekirdek aile tayfasına kültürel nedenlerle yaşattıkları idi. Yeni anne ve hala Türkiye’de yaşarken bu yazıyı yazsaydım belki destan olurdu ama geride kalan on ayın ardından bu toplumsal travmaya dair verecek pek yeni örneğim olmamasına sevinip, çocuğumu kendi bildiğim gibi yetiştirebilmemin keyfindeyim.
Ben söylenerek rahatlayan ve canı tatlı 35 yaşında bir Pino insanıyım! Ve burası benim blogum:) Eminim maddi manevi benden zor şartlarda, belki tek başına, ailesinden on binlerce kilometre uzakta ve benim kodlarımda olmadığı halde garipsediğim ama tahminim çok doğal olarak ailesiyle dip dibe yaşarken tek başına çocuk yetiştiren binlerce daha insan vardır karşımda. Ben sanırım derdini dile getirebilenlerden olduğum için bugün bu satırları okuyorsunuz. Uzaklarda bir yerde nispi ya da tamamen desteksiz yaşamayı dert olarak görmeyen, aksine benim kadar dertlenen, bir değil üç tane çocukla daha zor işlerin altından kalkan, kalkamayıp altında ezilen, öyle ya da böyle bin çeşit göçmen aileyiz neticede. Bana gül bahçesi vaad edilmedi buraya gelirken ama özlemsem de, söylensem de, yorulsam da yarattığım gül bahçemside İstanbul’a göre daha mutlu muyum? Mutluyum son kertede…
Aşkımız Atlas’ın tuvalet eğitimi ve iki yaş sendromu üzerinden ölümle sınanmasında yeni bir aşamaya geçerken, evliliğimizin yaklaşan üçüncü yıldönümü nedeniyle anlam veremediğim bir mutluluk ve duygu yoğunluğu da içindeyim sevgili! Okuyorsan eğer, sen alınma bu dediklerime…