Eksi 25ʼten eksi 40 dereceye kadar dayanıklı, su geçirmez ‘ANYʼ mont ve kabanı açıkta hiçbir yerinizi bırakmayacak şekilde üzerinize giyinmek modaya hakim olma anlamında gayet kafi... Ve net olarak söyleyebilirim ki, Türkiyeʼde giyindiğimiz o kaz tüyü montlar, polarlar, şallar, bereler, atkılar... Hepsi israf :)
Alıştınız mı? Yerleştiniz mi? Nasılsınız Pınarcım?
Geçenlerde vedalaşamadığım bir arkadaşım yazmış, sağolsun, arkandan su dökenin uğurlayanın boldu, ben yetişemedim ama içim rahat demiş… Gerçekten de ‘ne iyisiniz, varolunʼ…
Geldik geleli teker teker kimselere dönecek vakit olmadı ama herkesin yazdığını mutlaka okudum, gönülden bir teşekkür ettim ve Atlasʼtan bulduğum ilk fırsatta bizzat teşekkür etmek üzere sıraya koydum…
Peki ne yaptık?
Alışmadık, yerleşmedik ama iyiyiz sağolun…
Alışmak malum zaman alacak… Yerleşmek Kanada koşullarında henüz mümkün görünmüyor. Alışacağız diyelim… Neye? Buralara mı, oralarda olmamaya, sevdiklerimizden uzakta olmaya mı? Henüz ikisine de alıştık diyemem, hatta şuursuzca geçiyor zaman diyebilirim. Daha bir şeylerin farkına varmak için erken, hala bir tatildeyiz gibi.
Neler oluyor peki?
Montrealʼe taşınacağımızı duyan herkes istisnasız ‘çok güzelʼ olduğunu söylüyordu. Olumsuz tek bir cümle işitmedim burayla ilgili – soğuk olduğu dışında. İlk olan bu oldu: Soğukla yüzleştik. Şehre ilk adım atanımız Sercan, ilk günlerini hep hava raporu bildirerek geçirdi. Kah gömlekle çıktım üşümedim diyordu, kah kazağın üstüne kaban giydim ama önüm açık, üşümedim diyordu. Cümlelerinde sabit olan tek şey üşümemesiydi. Elbette alttan alta bana moral olsun diye ‘hiç de üşünecek bir şey yok Pinoʼ mesajı taşıyan görüşmeler yapıyorduk. Sen üşüdün mü Pino derseniz, üşümedim cidden. Sadece Eskimoʼlar gibi giyindim. Kaldı ki Kanadaʼlıların ataları da onlar değil miydi? Onlarmış 🙂 Bu bile insanın içini üşütüyor değil mi? Etrafta onlar gibi kafasının etrafında tüylü kapüşonu olan kabanlarıyla dolaşan bir sürü insan görüyorsunuz. Allahtan bu sene Türkiyeʼde de o tüylü kapüşonlu kabanlar modaydı da Kanada modasından geri kalmadım. Bu arada hangi Kanada modasından bahsettiğimi de bilmiyorum. İlk gün (kocamda yarattığım imaja bakın) bana moral olsun diye buranın en işlek alışveriş caddelerinden birine gittik. Haliyle insan etrafında iyi giyimli, saçı başı düzgün, makyajlı insan görmeyi bekliyor, ama ne mümkün. İlk günün sonunda moda Kanadaʼya uğramamış diye düşünürken, zamanla soğukla haşır neşir ola ola anladım ki, Kanadaʼda moda seni yaşatanı giymekmiş 🙂 Dolayısıyla da eksi 25ʼten eksi 40 dereceye kadar dayanıklı, su geçirmez ‘ANYʼ mont ve kabanı açıkta hiçbir yerinizi bırakmayacak şekilde üzerinize giyinmek modaya hakim olma anlamında gayet kafi… Ve net olarak söyleyebilirim ki, Türkiyeʼde giyindiğimiz o kaz tüyü montlar, polarlar, şallar, bereler, atkılar… Hepsi israf 🙂 Burası çok soğuk dostum 🙂 Tabii söz konusu yaban eller olunca bu havada parmak arası terlikle dolaşan, t-shirtünü giyip çıkan da görmedim değil ama bence onlar zaten insan değil. İşin güzel tarafı ise; İstanbulʼda 10 derece altında üşürken, burada -12ʼde nasıl üşünmezi kendime ispat etmek için kendi çapımda bir challenge başlatmış olmam. Böyle böyle soğuğa da alışacağız… Diyelim ki alışamadık… Dert değil; çünkü burada yine gelmeden herkesten duyduğum üzere yer altı şehri diye bir şehir de var ve evet orası gerçekten bir şehir 🙂 İlk duyduğumda biraz klostrofobik olduğunu düşünsem de, içine girdikçe, içerisinde neler olabildiğini ve nasıl da üşütmediğini gördükçe benim için gayet sevilesi bir yere dönüşen yer altı şehri: cité sous-terrain. Şimdilik tek bildiğim kafayı köstebek gibi bir yerinden içeri soktuğunuzda burnunuzu dışarı hiç çıkarmadan bilmem kaç blok ötedeki alışveriş merkezine, markete, metroya, metrodan da şehrin o, bu, şu semtine sağ salim, buza tipiye temas etmeden gidebileceğiniz. İş ki kendizi yer altı şehrinin girişine kadar atabilesiniz 🙂Yerleştik mi sorusuna da hava durumundan bağlayıp kısa bir açıklama getireyim… Size bu satırları yazarken sağ tarafımda henüz açılmamış altı büyük boy valiz duruyor, uçak kargodan 10 güne kadar gelmesini beklediğimiz 105 kilo kargoyla kucaklaşmak üzere. Yerleşmek için kalıcı bir evimiz yok henüz; çünkü burada evler kışın taşınılamadığından genelde Haziran-Temmuz gibi kiralanabiliyor. Dolayısıyla kalıcı ev öncesi, bir eşyalı kiralık ev bekliyor bizi. Şu an ise eşyalı kiralık ev öncesi apart otel aşamasındayız 🙂 Yanınızda 1 yaşında bir bebeğiniz varken olmasını en istediğiniz şey 3-4 ay içerisinde 2-3 ev değiştirmek değil elbette ama bunun da normalde çocuğunuzla asla tercih etmeyeceğiniz, çocuğunuza rağmen bekarmışçasına görüp beğendiğiniz bir evde bir süreliğine yaşayabilme gibi hoş bir tarafı var ki o tarafın şu aralar bol bol keyfini sürmekteyim, değmeyin keyfime 🙂İstanbulʼda işe gitmek için sabah 06:20ʼde uyanan ve gece eve 10-11 gibi dönebilen bir insanla evli olduğumdan, Kanadaʼda tutacağımız ev için önceliğim ve kriterim ʼmadem buraya yerleştik, O da insan gibi yaşasınʼ olacak. Dolayısıyla fotoğraflarını görüp resmen aşık olduğum Plateau gibi semtler yerine, direk Kadıköy – Beşiktaş gibi şehrin tam göbeğinde, Old Montreal – Centre Ville’de bir ev bulmaya çalışacağız. Çalışacağız ki, sevgili de evden işe yürüyerek 5-10 dakikada gidebilmenin keyfini sürsün. Sonrada madem buraya yerleştik biz de insan gibi yaşayalım aşamasına geçip, akşam mesaiye kalmak gibi bir durum artık hayatımızda olmayacağından, 18:10 civarı eve dönen baba insanı ile günün geri kalanının tadını çıkarmaya başlayabilelim. Ne basit ama ne büyük değişiklikler bizim için. 3-4 ay sonra yerleşebildiğimizde, evli evinde bebeğine bakmaya, köylü ofisinde çalışmaya başladığında yabancıların ‘work-life balanceʼ dediği, bizim Türk HRʼcılarının ise korkularından ağızlarına almadıkları ‘iş-özel yaşam dengesiʼ konusunu tekrar bir değerlendirir, bilgilerinize ayrıca sunarım.
Geriye ne kaldı, nasıl olduğumuz?
Şöyleyiz; normalde herhangi yabancı bir ülkede geçirdiğimiz benzer süreli seyahatlerin ilk 3-4 gününde yaptıklarımızın aksine, Montrealʼdeki ilk günlerimizi daha çok ‘devlet kapısıʼnda geçirerek turist olmadığımızı çok net anlamış durumdayız. Ne şehrin en meşhur yapıtlarını, müzelerini ve önceden araştırıp bulduğumuz restoranlarını dolaştık, ne de durmadan fotoğraf çekip, bir yerlerde paylaştık. Tamam 3-4 fotoğraf paylaşmış olabilirim şimdiye kadar ama geride kalan beş günde ortalama bir seyahatte paylaşabileceğim dağ kadar fotoğrafın yanında bunların esamesi okunmaz. Bu sefer seyahat amacımız çok ciddi: çalışmaya geldik, buraya (canımız istedimi gidemeyeceğimiz ve doktor yüzü görmek istediğimizde üç ay zaman alacak olsa dahi) bir hastane yapacağız. Haliyle Sercanʼın işi dolayısıyla burada olduğumuzdan benim de turist vizesi yerine bir çalışma iznim var artık. Uçaktan indiğimizde Göçmenlik Bürosuʼna gidip o çalışma iznini almak ilk işimiz oldu. Çalışma iznini almak için şöyle yaptık, böyle yaptık, saatlerce bekledik, mülakatlara girdik, asık suratlarını çektik, bin türlü soruya cevap verdik demek isterdim ama işin doğrusu Atlas’la ben boş koltuklarda hoppala oynar ve etraftaki boş memurlar bize el sallayıp gülücükler atarken izni almamız takribi beş dakika kadar sürdü. Birazdan bahsedeceğim çeşitli (memleketimdeki tabiriyle) ‘devlet kapısı’ işlerinin Kanada’da nasıl yapıldığını gördükten sonra insanın ister istemez dünyadaki bilumum pasaport polislerine, gümrük görevlilerine ‘gidin Kanada’lılardan biraz insanlık öğrenin’ diyesi geliyor. Yıllar yılı kaçma planım olmadığı halde seyahat amacıyla gittiğim Almanya’sından İsrail’ine, Amerika’sından Fransa’sına, Portekiz’ine İngiltere’sine, artık her neresineyse her birinde elimde kapı gibi vizem olmasına rağmen gördüğüm muameleyi, yediğim afrayı tafrayı düşünüp; karşısına da bu sefer yerleşmek için geldiğim Kanada’dan gördüğüm medeni tavrı koyunca ‘iyi ki gelmişim’ ve ‘demişlerdi’ demeden edemiyorum. Çünkü, demişlerdi, çok medeniler Pino, anlayacaksın demişlerdi ve öyle de çıktılar. Medeniyetin benim çalışma vizeme yansıması ise ‘her türlü işte çalışabilirsin ama çocuk bakamazsın’ uyarısıyla oldu 🙂 Atlasʼa yeni bir bakıcı teyze bulmanın yerini yapmamda vizedeki bu uyarının çok sağlam katkısı olacak zamanı geldiğinde, şimdilik o dokumanın üzerinde parlaya parlaya bana bakadursun 🙂 Elbette bana o çalışma iznini verenler bilmiyorlar ki ben buraya gelerek çocuk bakımını asıl mesleğim edindim 🙂 Yarın, yani siz bu satırları okumaya başladığınızda, Sercan da kafa iznine bir son verdiğinde, ben de Kanadaʼdaki yeni işime tam zamanlı olarak başlayacağım… Evde Atlasʼı büyütecek ve kendimden tam teçhizatlı bir ev kadını yaratmakla meşgul olacak olsam da, burada da bizim SGK misali, sigorta ofisine de gidip bir sosyal sigorta numarası aldım. İnsan Unkapanıʼna taşınan Beşiktaş SGKʼdaki labirente benzer koridorlarda hangi odanın kapısını açsa bir başkasına gönderildiği günlerini özlemiyor değil tabii 🙂 Devlet dairesinden devlet dairesine koşturduğumuz günlerin ardından, burayla ilgili söyleyeceğim en net şeylerden bir diğeri ise: insanların kibar ve mutlu oldukları. İlk günlerde gittiğimiz yerlerden diğerleri de kıytırıktan bir maaş hesabı açtığımız bir banka ile sağlık hizmetlerinden faydalanmak için başvuruda bulunulan bir başka devlet dairesiydi. Neticede devlet dairesi, banka dediğiniz yer her yerde devlet dairesi ve banka; ama demek ki insanların özel bankacılık müşterisi olmadan da banka şubesinde milyarder muamelesi görmesi ve birilerinin her ne iş yaparlarsa yapsınlar yaptıkları işte mutlu olarak çalışabilmeleri de dünyanın bir yerlerinde mümkünmüş yani.
Gelir gelmez Türkiyeʼdeki hayatlarımıza b.k atmak derdinde değilim ama etrafında mutlu ve kibar insanlarla yaşaya yaşaya biz de daha kibar ve mutlu olmaya alışacağız demek ki:) Bu da hiç fena bir motivasyon değil sanki 🙂
Bu haftayı geçirirken aklımda yazmak için bir sürü şey daha vardı aslında ama hadi yazayım deyince çoğu gelmedi bile aklıma… Sanırım her şeyin Fransızca olmasından beynimin yandığını hissettiğim market ziyaretinden, 40 dolara pedikür yapan bir yer bulabildiğimden, köşedeki fitness salonuyla ilgili bir süreliğine ötelediğim hayallerimden, yürürken karşıma çıkan Concordia ve McGillʼin bünyemde yarattığı aşırı mutluluktan, Atlasʼın düzeni bozulmasın diye kendime bir organik market haritası çıkardığımdan, ilk iş gözüme şimdiki eve yakın bir kırtasiye kestirdiğimden, -40 dereceye kadar dayanıklı ilk botumu alarak UGGʼlara geri dönüş yaptığımdan falan da bahsetmek istemiştim ama bu yazıda kendilerine ancak bu kadar yer bulabildiler. Hah bir de pinobenidegoturʼe ek olarak, izlediniz mi bilmem güzel filmdir, ‘the secret life of walter mittyʼ misali kendime ‘the unexpected life of pinarthepinoʼ adlı alternatif bir blog açıp; yerleri nasıl sildiğimi, kurutma makinasını nasıl çözdüğümü, yemek yapacağım diye ne hallere girdiğimi de anlatayım diyorum. Dinlemek isteyenlere özelden viledaʼya asırlardır olan güvensizliğimi ve ev kadınlığıyla nasıl birbirimize yakışmadığımızı uzun uzun anlatabilirim. Bugünlükse bu kadar…
Geçenlerde bir instagram postunda ‘Atlasʼı havalar soğuk diye sokağa çıkarmadığım İstanbul günlerine selam olsunʼ yazmış ve bu yazının altına Ankaraʼdan bir arkadaşımın ‘Son cümlen tüm annelere gitsinʼ yorumunu almıştım. Az sonra o annelerin ‘bak gördün müʼ bakışları altında son iki günü ateşli geçiren çocuğumu uyutmaya gidip, bu yazıya bir son vereceğim… Diş çıkarıyordur, çocuğu gelir gelmez üşütmemişizdir değil mi?
Hadi hoşçakalın…
Ofislerinizde çalışabildiğiniz Pazartesiʼlerin kıymetini bilin…
Yurtdışında yaşamak, çocuğunu kendin büyütmek çok güzel olacak eminim ama çalışabiliyor olmayı bir süre çok özleyeceğim…
İyi haftalar olsun!
Pino