Buraya gelirken bir tek şey istemiştim, bu sürecin altından hakkıyla kalkabilmek. Sabredebilmek, zaman tanıyabilmek, dayanabilmek. İstediğin gibi oldu mu derseniz, eh işte, neredeyse! Kaygılanmamak, stres olmamak, özlem duymamak, yorulmamak, acaba mı diye gelgitler yaşamamak, zaman zaman söylenmemek, hatta isyan etmemek elde değildi. Bir gün 40 yaşıma geldiğimde ben de geri dönüp 35 yaşımdaki kendime bir mektup yazarsam bunları yapmamasını tembihlerim belki ama aradaki beş yıla sığınarak doya doya bunları da yaşadım tabii.
Montreal’de ikinci ayımız geride kaldı..Ay dönümlerine, yıldönümlerine bir şeyleri denk getirmeyi çok sevsem de, benden tamamen bağımsız şekilde buradaki kalıcı evimize yarın yani buradaki ikinci ayımızın bitiminde taşınacaktık. Ta ki belediye bizim binanın bulunduğu sokakta kanalizasyon çalışması yapmaya karar verene kadar. Haliyle taşınamadık.
Taşınamadık ama boş da durmadık. Pinobenidegötür bu hafta Washington D.C. yolcusu. Düğünümüz var. Canımız Selen, Justin ile evleniyor.
Seyahat dönüşünde belediye işini bitirirse hemen taşınırız deyip, bir yandan ev bir yandan bavul topladık. Haliyle geniş penceleri önünde Atlas’ın fotoğraflarını çekmeye bayıldığım bu evden son kez bildiriyorum.
Taşınma telaşından yazamadım da bir süredir. Şu anda uyuyor olmak yerine yazıyor olduğum için yarın sabah çok pişman olacağımı bilsem de, bugün -apart otele bile bağlanmasına katlanamadığım- bağlanma huyumun hissettirdiklerini ve iki ayın sonunda geride kalanları da yazayım da öyle yatıp uyuyayım bari.
Montreal’deki ikinci ayımız geride kaldı ama kış geride kalamadı henüz. Burada hava durumu gerçekten çok ilginç. Gelmeden gördüğüm bir karikatürde, burada gün içinde dört mevsimin birden yaşandığından bahsediliyordu ve bende karikatürdür deyip geçmiştim ama meğersem karikatürü çizen gayet ciddiymiş:) Bugün buraya kar yağdı. Geçtiğimiz cumartesi kış, sonbahar ve ilkbaharı birarada yaşadık. Perşembe günü yaz gelecek, çok geçmeden Cuma günü yerini sonbahara verecek. Şehrin bir yerlerinde su baskınları var, ordu duruma müdahale etmiş durumda:) Burada böyle, ordu trafik birbirine girmesin diye sokağa inip gündelik hayata müdahale edince halk da bundan şikayetçi oluyor. Hey gidinin!
Yeni arkadaşlarımız var, yaşasın! Yalnızlık ömür boyu modundan, bir başkadır benim memleketim moduna geçebileceğimiz dostlar edindik:) Buraya gelirken içine düşeceğimiz yalnızlığın bir nebze farkındaydık ama kendimizi İstanbul’da da kimseyle adam akıllı görüşemeyişimizle teselli ediyorduk. Hafta içi gece yarılarına kadar çalışır, hafta sonu hafta içinin peşini toplamaya uğraşır ve İstanbul trafiğinden kaçınırken birileriyle görüşmeye pek fırsat bulamıyorduk. Montreal’de içine düşeceğimiz yalnızlığı bununla kıyaslamamız ne naifmiş. Yalnızlık derken ‘insanımız yok’ yalnızlığını yaşayacağımızı ancak buraya gelince anladık ama o günler de geçti çok şükür. İşin güzel tarafı, Montreal’de trafik var deseler de İstanbul’a kıyasla trafik aslında o kadar yok ki; gün içinde hem arkadaşlarını görüp, hem çocuğunla şehrin öbür ucundaki parka gidip, hem evinin alışverişini yapıp, hem de bilmem neredeki festivale katılabiliyorsun. Üstelik buraya geldiğimizden beri herkesten methini duya duya bir hal olduğumuz festival dönemi de kapıda. Heyecanla bekliyoruz günlük!
Bir üstelik de bizim evde başlayacak festivale gelsin o zaman:) ‘Üstelik’ bizim evde de festival başlıyor, çünkü üç hafta sonra havalimanına gidip annemle babamı karşılayacağım. Böyle doya doya sarılıp, öpüşecek, kucaklaşacağız. Sanki hiç 3 ay ayrı kalmamışım gibi diyeceğim ama 13 yıldır onlardan ayrı yaşamama rağmen gerçekten ikisini de görmeden hiç üç ay geçirmemiştim. İtirafta bulunmam gerekirse, babam burnumda tütüyor. Son yazılarımdan birinde ‘yeni kankam babam, her gün konuşuyoruz’ dedikten bir iki gün sonra telefonu bozulup da konuşamaz hale geldiğimiz düşünüldüğünde, annem de anlayışla karşılayacaktır ki özlem alanının başı çekeni babam. Gözlerimi yaşartan bir kavuşma fikri! Ankara’dan abim de gelseydi de bizde tam bir şenlik havası başlasaydı diyorum ama bizim ikiz topiklerle bizi son ziyarete gelecekler onlar sanırım. Atlas büyüyor, ağabeyimin ikizleri büyüyor ve kimse birbirini göremiyor. Bu duruma ise sağlam üzülüyorum günlük!
Festival tek konuk sanatçıyla bitmez malum, bizde de bitmiyor. Bir anne yarısı kuzenimin eli kulağında, diğer kuzenimin gözü mailında, bir diğer anne yarısı kuzenimin ise buraya bir süreliğine taşınmak için evi ayakta:) Kanada’ya büyük Çerkes göçünü başlatacağım demiştim, değil mi? Ayağım uğurlu ve şahsım kısmetlidir. Dileyiniz, dileyeyim:) Bir de yaz sonunda festival kapanışında assolist kadrosundan Attiko’nun amcası, dedesi ve babaannesini ağırlayacak Montreal ki, sormayın Eylül’le birlikte herkes evine döndüğünde bizdeki vaziyeti:)
İlk iki ayın sonunda, taşınma işini halledebilene kadar, düzlüğe çıkmadan önceki son rampadaymışız gibi hissediyorum.
İlk günleri düşündükçe; ki insan buraya alıştıkça ya da başta zorlanıpta şimdi kolaylıkla kıvırdığı bazı işlere baktıkça ister istemez ilk günleri düşünüyor, duygulanıyorum. Benim duygulanmam çok olağan olduğu için başımızdan geçenlerin ne denli zorlayıcı olduğunu tam kestiremiyorum ama arada bana yazanlarınız oluyor; aynı şeylerin başınızdan geçtiğinden, bebeklerinizle yurtdışına taşındığınız ilk zamanlarda yaşadıklarınızdan ve o dönem hissettiklerinizden bahsediyorsunuz…Tamam diyorum Pino, normalsin, serbestsin, ağla:) Yok, yok, ağlamalarım biteli çok oldu ama ilk zamanları andıkça duygulanmalarım geçmedi. Kaldı ki geçen gün burada 50 yıldır yaşayan bir Türk ile tanıştığımda, bakışlarındaki sempatiden de anladığım, acınacak bazı zamanları geride bıraktığım:)
İki ayın sonunda hayatıma en hakim olan şey ise, daha yakından tanıma şansı bulduğum oğlumla yaşadıklarım…Çalışan anne olduğum zamanları düşünüp, bunu yazıp yazmamayı çok indirip kaldırdım ama samimi düşüncelerim bunlar ve umarım kimseyi kırmadan derdimi anlatabilirim. Çalışırken akşam işten dönünce gördüğüm, haftasonlarını birlikte geçirdiğim bebek gibi değil artık Atlas. Haliyle gözümüzü birlikte açıp, uykuya birlikte dalıyor ve aradaki tüm zamanı birarada geçiriyoruz. Hayatındaki yeniliklerden, örneğin ilk adımını attığından ya da baba dediğinden eve gelince bakıcı teyzesinden haberdar olmuyorum, bütün aksiyon gözlerimin önünde yaşanıyor. İki ayda anne-oğul yolculuğumuzda az yol katetmedik. Çocuğuyla oldukça ilgili bir anne olmama rağmen şimdi geri dönüp baktığımda görüyorum ki ilişkimizin Montreal fazının başında çok deneyimsizmişim ve Atlas’ın bir tarafı bana çok yabancıymış. Şimdiyse sorun bu çocuğu bana, ciğerini bilirim! İki ayda yaşadıklarımız her ikimiz için de çok kolay olmadı, üç kişilik imdat hattıma az feryat figan isyanda bulunmadım ama adam gözümün önünde büyüdü. Emeklemeyi kesip, yürüdü, yürümeyi bırakıp koştu. Mimikleri, bilmem kaç numaralı bakışları, ağlama tonları, kahkaha atışları, agu buguları, anne deyişleri gelişti, çeşitlendi. Gördüm, hepsi gözlerimin önünde olup bitti. Bu hal beni hem çok mutlu etti, hem de annelik adına genel vicdan azabım gibi içime işledi.
Evi topladık dediğim gibi, ama evi toplarken asıl geride kalan iki ayı zihnimizde topladık gibi…Teoride buraya beraberimizde getirdiğimiz 280 kg valiz, bir oto koltuğu ve bebek arabasına; 80 kg uçak kargo ve gemide bekleyen 56 metreküplük eşya daha eklendi. Pratikte ise iki ayın her gününe onlarca yeni anı. Anıların en başında ise burada üç kişilik bir aile olarak varlık sürdürmek geliyor ki başlı başına yaşanan her anı biricik ve bize özel. Atlas ve benden sadece bir hafta önce şehre gelip; hem çalışıp, hem ev arayıp, o hafta içinde şu an yaşadığımız apart oteli bulup eşyalarını dolaba attığı gibi İstanbul’a, Atlas’ın birinci yaş gününü kutlamaya ve bizi Montreal’e götürmeye gelen Sercan’ın o kısacık deneyimiyle ilk gün elimizden tutup bizi çevreye adapte etme çabaları…İlk kez markete gittiğimizde yaşadığımız ve daha sonra diğer expat aileleriyle konuştuğumda genel geçer olduğunu öğrendiğim şaşkınlık ve baş ağrısı. Yer altı şehrinde yaşam sürdürmeyi ilk deneyimleyişlerimiz. Şehrin en işlek alışveriş caddesi diye kar ve çamur altında kalan Sainte Catherine’e ilk çıkışımız ve Tunalı Hilmi’yi bile mumla arayışım. En işlek caddesi böyleyse vay halimize diye kaygılanışlarım:) Çocuğu soğuk memlekete getirdik ama eve mahkum etmeyeceğim hırsıyla, sonradan öğrendiğimiz üzere son 20 yılın en şiddetli kar fırtınası ardından okullar hatta bazı işyerleri dahi tatil edilmişken Atlas ve 2009 model baston pusetiyle Old Montreal’e buz puseti yapmaya çıkıp kayboluşumuz. Buraya taşınmakla 34 yaşımda ancak günlük rutinime dahil olabilen yemek pişirmenin her gün ya tuz ya yağ derken hep bir eksikle neticelenmesi. Derken derken yemek pişirmede ustalaşmam, market alışverişlerinde ev ekonomisi dalından Oscar’a aday gösterilecek yeni keşiflerim, Atlas’la kar, yağmur, eksi 17 dinlemeden Montreal soğuğuyla her gün haşır neşir oluşlarımız, ilk güneşi gördüğümüz gün çarpılıp gece birlikte ateşler içinde uyuyuşumuz, hayatımıza dahil olan oyun ablaları ile yüzümüzde güller açmaya başlaması, genç insanın enerjisine yeniden yeniden hayran kalıp onlar sayesinde günlerimizin daha aydınlık geçmeye başlaması, birileriyle yüz yüze konuşabilmenin mutluluğu…
Buraya gelirken bir tek şey istemiştim, bu sürecin altından hakkıyla kalkabilmek. Sabredebilmek, zaman tanıyabilmek, dayanabilmek. İstediğin gibi oldu mu derseniz, eh işte, neredeyse! Kendime duygu sipariş etmeyi huy edindiğimden ama bundan vazgeçmem tembih edildiğinden, daha güçlü olacağım diye ısrar etmeden, düşe kalka, altından kalktım – kalktık gibi. Kaygılanmamak, stres olmamak, özlem duymamak, yorulmamak, acaba mı diye gelgitler yaşamamak, zaman zaman söylenmemek, hatta isyan etmemek elde değildi. Bir gün 40 yaşıma geldiğimde ben de geri dönüp 35 yaşımdaki kendime bir mektup yazarsam bunları yapmamasını tembihlerim belki ama aradaki beş yıla sığınarak doya doya bunları da yaşadım tabii.
Geniş pencereleri ile tarihi bir kiliseye ve pek sevdiğim koca koca ağaçlara komşuluk eden ilk evimizden taşınırken geride Atlas’ın ilk anne deyişini, beni bir sabah boynumdan ilk kez öpüşünü, yine bir sabah uyanıp ilk kez bilinçli olarak bana sarılışını, aslan annem ve aynaya bak gibi kendimize has garip oyunlarımızı, her gün camdan izleye izleye arkadaş olduğumuz ve kahvaltılarımıza eşlik edip her lokmasında Atlas’ı sözde alkışlayan kuşları, sincapları ve en çok da köpek arkadaşlarımızı, Sercan’ın çekirdek aile olarak o günkü şartlarla binbir emek kutladığımız ilk doğumgününü, benim iğneden ipliğe dönüşümü, Atlas’ın gözlerinin nasıl parladığını hiç unutamayacağım bu evin mimarisine uyumlu saklanma, ortaya çıkma ve yasak ne varsa yapıp, yaparken basılma oyunlarını, ilk kez krep yiyerek kutladığı 14. ayını bırakıyoruz.
Sokağa attığımız ilk ürkek adımlardan, kendimizi evimizde gibi hissettiğimiz sağlam adımlara geçiş yaptığımız bir dönemi bu evle kapatıyoruz.
Dediğim gibi önümüz şehirde festivalli, evde şenlikli bir yaz.
Sonra bir bakmışız Eylül gelmiş; Atlas 1.5 yaşına, Sercan’la ben 3 yaşına girmişiz.
Zaman su gibi akıp gitmiş, zaman ilaçmış, her şeye iyi gelmiş…
D.C’den bildirene kadar hoşçakalın…
Pino
P.S. Bu ev ile bir de sanırım hayatımızın en az eşya ile yaşayarak geçirdiğimiz ve gelecek aylara, yıllara da örnek olmasını dilediğim dönemini de geride bırakıyoruz. Sadece iki tencere, dört beş çatal bıçak, üç kase, üç tabak, bir yatak, bir koltuk, iki sandalye, bir masa ve sınırlı sayıda kıyafet ile aylar geçti, taşınmasak daha da geçerdi. İnsan ister istemez o kadar çok eşyayla ne yapıyormuşum ben diye düşünmeden edemiyor. Montreal’e taşınırken İstanbul’daki evimizden beş belki altı büyük boy bavul kıyafet çıktı, yeni sahiplerine ulaştı. Fazladan iki smokin vardı mesela evde. Kabanlar, spor ayakkabılar, botlar… Nevresim takımları, yemek takımları, hiç kullanılmamış lambaderler, mumluklar, çerçeve çerçeve çerçeveler, onu yapmak ve bunu pişirmek için ayrı ayrı makinalar…Sözde eleye eleye az ve öz eşyayla geldiğimizi düşündüğümüz yeni evde hangi kolilerin hiç açılmadam depoya kalkacağını şimdiden gözüme kestirdim bile. Diyeceğim, elinizden geliyorsa sadeleşin. Sadeleşmek bize çok iyi geldi; ferahlamak, geniş mekanda az detayla uğraşmak, az tüketmek. Olurda taşınırsanız, ikilemde kaldıklarınızı bırakın, dönüşünüzde tanıdık bir şeyler sizi beklesin. Naçizane tavsiyemdir.