Uzun zamandır hiçbir şey yazamadım, bugüne kısmetmiş. Son yazdığım yazının üzerinden bir aydan fazla zaman geçti, benim üzerimden de kamyonlar. İşte taşındık, yerleştik, sildik, süpürdük...Dört yüz küsür koli:) Sonra nasıl zayıfladın Pınar diyorsunuz…Medeniyetten nasibimi alıyorum, siz de alın, sonuçlarına inanamayacaksınız...
Uzun zamandır hiçbir şey yazamadım ama demek ki geri dönüşüm bugüne kısmetmiş. Cem Yılmaz sağolsun, bir dönem adımı duyan hemen hemen herkes bir ‘Pınar nooldu?’ patlatır ve çok eğlenirdi…O gösterideki Pınar tribal buhranlar geçire dursun, ben ise sadece taşınma nedeniyle blogdan izinliydim. Son yazdığım yazının üzerinden bir aydan fazla zaman geçti, benim üzerimden de kamyonlar. Arada geçen zamanda kucağımızda bir yaşında bir bebekle yeni dairemize taşındık; ki tavsiye etmiyorum:) Bu süreçte hiç yardım almadık diyemem, oyun ablalarımız sağolsunlar her daim yardıma hazır ve Atlas ile bizim yanımızdalardı ama bu demek değil ki ben ‘anne aklımı’ bir kenara bırakıp Atlas’ı ve O’nunla ilgili sorumlulukları düşünmeden dört yüz küsür koliyi açıp sakin sakin yerleşebildim. Hala daha tam yerleşemedim. Yakın yerlere göç edip, bizim gibi evinden pılını pırtısını alıp gidenlere tavsiyem yanlarında ya bakıcılarını ya da annelerini, ne bileyim bir aile üyelerini de götürmeleri ki şu geçiş süreci daha kolay olsun. Bir de kendilerini taşıyacak firmayı evlerinde başı boş bırakmamalarını tavsiye ediyorum ki, kolilerinin birinin içinden aynı anda bir iç çamaşırı, bir avize, bir kettle, bir bebek battaniyesi vs çıkmasın. Biz evi zaten toparlayıp bıraktığımız halde sen nasıl bu kadar dağınık toplayabildin diye aramaya ve çemkirmeye üşendim sanmayın, üşenmedim, sadece doğru zamanı bekliyorum:) Bafa ile çalışacak olursanız, belki benden önce siz selamımı iletirsiniz?
Anne aklı demişken, bu aralar bunu sık sık düşünüyorum. Anne aklını ya da ne bileyim artık adına her ne derseniz deyin, zihnini, ruhunu, kalbini anlayabilen biri var mı acaba? Benim bana genel anlamda çok destek olan bir eşim var, gerçekten! (bu benim şansım değil, zaten olması gereken, yine gerçekten!) Fakat; baba insanı ne kadar anneye destek olmayı istese ve denese de gelin görün ki bu bazen yetmeyebiliyor, kişi istese de bazı şeyler elinden gelemeyebiliyor. Bir çocuk mu dünyaya geldi; yapımında babanın rolü anneyle eşit olsa da, bakımında roller eşit bölüşülemiyor. Babalar hamilelik süresince babalık duygusunu eksik hissettikleri gibi, çocuk dünyaya geldiğinde de onların bir anne ‘kadar’, ‘gibi’ düşünebilmeleri sanırım teknik nedenlerle mümkün olmuyor.
Atlas’ın ilk doğduğu haftalarda aklımın ve kalbimin ikiye bölündüğünü hissediyordum. Bunun hiç geçmeyeceğini ilk zamanlarda anlamış olmakla birlikte, hayatı karmaşıklaştıkça bu bölünüşün daha ‘pis’ konular yüzünden derinleşeceğini ise artık anlamış bulunuyorum. Bugünkü okul mevzusu gibi konular karşısında anne yüreğim sızım sızım sızlıyor, ki ben süreç karşısında ağlamak üzereyken eşim konuya sadece ‘tamam n’apalım Pınar bekleyeceksek bekleyeceğiz o zaman’ diye yaklaşabiliyor:) Aslında evde bu modda bir insanın varlığı çok güzel. Bu sayede farklı ve ‘rahat’ bakış açısının 180 derece zıtta nasıl vuku bulduğunu canlı organizma üzerinde dev bir büyüteçle gözlemleme şansınız oluyor! Tüm yaşıtları okula giderken Atlas evde tek başına bir bakıcı ve annesi ile büyüse ne olur ki, di mi? Ne olur? İçinde yaşadığı topluma biraz geç adapte olsa, sisteme geç entegre olsa, evde kurtlansa ne olur? Sende Pınar yaaa, ne olur? !?!?! Türkiye’de olsaydık zaten çok farklı olmayacaktı diye kendimi rahatlatmaya çalışıyorum ama saçma…Saçma çünkü artık Türkiye’de değiliz. Bu okul mevzu sadece burada mı çok zor yoksa Türkiye’de de böyleydi de ben mi denk gelecek yaşta bir bebeğe sahip değildim bilmiyorum ama Allah hepimize kolaylık versin.
Taşınmaya geri dönersem…Atlas’ın sokak çocuğuna dönüştüğü, yıkanmadan günler geçirdiği, uykusunun/yemesinin kötü etkilendiği bir taşınma süreci sonrası; bol stres, bol kaygı, bol bilinmezlik içinde yeni eve taşındık. Sokakta yol ve kaldırım çalışması olması, otoparkın tam da bizim taşınacağımız hafta giriş çıkışa kapatılacak olması, tam taşınmanın orta yerinde şehirdeki inşaat işçilerinin greve gidip iş bırakması gibi önemsiz detayları geçersek; taşınırken ‘gözünü sevdiğim Türkiyem’ dedirtecek daha mühim olaylar da yaşadık elbette…Bir gün koli boşaltma işine gömülmüşken apartman görevlimiz kapıyı çalıp beni ‘boş kolilerinizi koridora bırakmayın, size gösterdiğim yerdeki çöpe atın, katı süpüremiyorum’ diye azarladı mesela. ‘Tamam da canım benim, görüyorsun ki taşınıyoruz, ne olur ucundan tutsan şu kolinin de aşağı indirsen, ölür müsün yardım etsen?’, diyemedim…’Pardon kardeş, sen de haklısın’ deyip, her açılan koli sonrası aşağıdaki çöplüğü tavafa gittim. Dört yüz küsür diyorum:) Sonra nasıl zayıfladın Pınar diyorsunuz…Medeniyetten nasibimi alıyorum, siz de alın, sonuçlarına inanamayacaksınız…Başka, başka…? Mesela burada kendi avizeni kendin takamıyorsun tavana ya da duvarına bir ayakkabılığı monte edip sabitleyemiyorsun, bazı duvarlar var çivi çakamıyorsun. Hepsinin bir yetkilisi ve bu yetkili olma zorunluluğuna rağmen işsizlik var bu memlekette?!? Dolayısıyla bir günde bitecek iş çivi çakıcının gelmesini beklerken ve o çivilerin tutacağı raflar, ayakkabılıklar vs hazır değilken haftalar alabiliyor. Elbette o çivi çakıcının çok yoğun bir programı var ve size öyle pat diye gelemiyor. Zaten pat diye gelse, evini bir kerede silip süpürüp temizleyip çıksan ayıp olacağından, mümkün mertebe her gün ayrı yerini tekrar tekrar silip süpürüyorsun. O zaman taşınman hakkıyla gerçekleşmiş oluyor.
Silip süpürmek derken itiraf ediyorum, hayatımda ilk kez ev temizledim. Ciddiyim. 35 yaşıma iki ay kala, ev temizlemek neymiş onu da ‘gördüm, geçirdim’ çok şükür ve hayatımdaki bir boşluğu daha deneyimle doldurup, zenginleştim. Kendimi bilirim, mükemmelliyetçinin dibiyim ve iyi ki daha önce temizliğe elimi sürmemişim. Bir Ayşe Hanım, bir baba insanı ve ben bir evi bir günde ancak temizleyebildik.
Üstelik bize teslim edilen ev, evi kiraya veren firma tarafından zaten dip-köşe diye tabir ettiğimiz temizlikten geçmişti. Ama işte Türk insanının dip-köşe anlayışı ile Kanada insanının anlayışı uymuyorsak demek, bazı dip ve köşeler Kanada’da son beş yıldır dokunulmadan duruyorsa, o temizlik üstüne bizimki bir gün aldı. Tüm temizlik boyunca biz eşimle paçaları kolları sıvamış halde kah cam, kah kapı, kah yer, kah çerçeve silerken Ayşe Hanım ise durmadan ‘gelinim hasta olmayaydı çabucak bitiriverirdik emme’ gibi cümleler kurmaya devam etti. Kurdu, kurdu, kurmaya doyamadı, o cümleleri kurması bitmek bilmedi…’Bizim elimiz armut mu topluyor kadın, bir tarafımızdan ter damlıyor, neyini beğenmiyorsun’ da diyemedik tabii. Desek, kadın bize yardıma gelmese, nazını çekmesek, of puflarını çekmesek, ertesi hafta bir Necla ya da Ayla’yı bulmamız pek zor olduğundan, O’na da ‘haklısın bacım, elimiz ağır’ deyip sabır çektik. ‘Oralarda firmalar varmış, temizliği onlar yapıyormuş’ dediğinizi duyar gibiyim…Bizim temizlik anlayışımızla ne kadar örtüştüklerinden emin olmamakla birlikte, o firmalardan biriyle mülakata girmek için de bekleme listesindeyiz. Yok, yanlış okumadınız, mülakatımız var ama bekleme listesindeyiz. Hep mi beni buluyor bilmiyorum ama Türkiye’nin gözünü seveyim:) Taşındığımız ilk gün bizi ziyarete gelen bir komşumuzun referansıyla tanıştığımız bir firma ile anlaşabilirsek, Ayşe Hanım ve bizi, evimizi, eşyalarımızı vs beğenmeyip anlatmaya doyamadığı Sabancı’ların gelini ve bilmem ne otellerinin veliahtı diğer işverenlerinin hikayelerinden de toplu halde kurtulacağız. Kadından bazen o kadar baymış oluyorum ki, bana ‘Sabancıları tanıyorsundur de mi kızım, hani bilmem kim Sabancı’ dediğinde bile tanımadığımı söyleyip kadını şaşkınlıktan deliye çevirebiliyorum. ‘Bilmemkim Sabancı mı? Aaa hiç duymadım.’. Paris Hilton dese, O’nu bile tanımamazlıktan geleceğim. Hatta Montreal’de yaşayan tüm Türk sosyetesi bu kadınla çalıştığından, ‘Paris Hilton’ı tanıyorsun de mi kızım, şu köşedeki villada oturuyor, Salıları ondayım’ dese ona bile şaşırmayacağım yani, imdat yardım edin:)
İşte taşındık, yerleştik, sildik, süpürdük derken nihayet beklenen gün de geldi çattı ve annemle babam Montreal’e bizi ziyarete geldi. Taşınırken bir yıl falan görüşemeyiz herhalde – zaten son bir yıldır bebekli hayatta doz aşımıza uğradık – diye düşünürken, benim parmak alarm verip, ‘yardıııım’ diye bağırınca bizimkiler biletleri, vizeyi ayarlayıp üç ay sonra bizdelerdi. Burada yaşayan bir Türk arkadaşım (ki zaten bir tane Türk arkadaşım ve toplamda iki arkadaşım var) demişti ki, ‘Geldiklerinde aman diyeyim koyverme Pınar, sonra toplaması çok zor oluyor’. Sözünü dinleyip koyvermedim, hepten ne varsa onlara verdim ve ‘çocukluk’ dönemime geri çekildim. Evin anneliğini ve yemek, bebek bakımı, market alışverişi gibi ulvi ve pek sevgili işlerimin hepsini anneme devredip, 10 civarı uyandığım günlerime ‘tam zamanlı anne ve ev kadını Pınar’ yerine ‘sevgili, eş ve turist rehberi Pınar’ olarak devam ettim. Geldiler geleli on gün içinde Sercan’la beş-altı kez yemeğe çıktık. İnanmazsınız elele tutuşup yürüdük, bisiklete bindik, koşuya çıktık, arkadaşlarımızla görüştük. Nasıl bir açlık hali anlatamam. Aylardır ötelenen festival konserlerine bilet alma işi, tatil planları, çocuğun okuluyla ilgili araştırmalar, okunacak kitaplar, gidilecek görülecek mekanlar hepsi bir hayal olmaktan çıkıp gerçek oluverdi. Daha önemlisi, ruh halimiz ve konuştuğumuz konular tamamen değişti. Biz dinlendik, onlar hasret giderdi…Anne baba yüreği işte, var mı ötesi?
Sevgi, merhamet, şefkat ve sonsuz vericilik dolu korunaklı kollarda huzurlu bir hafta dilerim!
Hoşçakalın…
Pino